Sunday, February 28, 2010

Okulum kötü yola düşmemi engellemedi

ANKARA - Daily Telegraph'ın haberine göre, Maria Mosterd adlı kadın, okulunun, sık sık okulu astığını annesine bildirmeyerek kadın tacirlerinin tuzağına düşmesini önlemede gerekeni yapmadığı gerekçesiyle dava açtı.
20 yaşındaki Mosterd, kadın tacirlerinin kendisini okulun önünden aldığını ve fahişe olarak çalışmaya zorladıklarını anlattığı bir de kitap yazdı.
Mosterd'le annesi, Hollanda'da "aşık oğlanlar" olarak bilinen ve genç kızları arkadaş olarak kandıran kadın satıcıları meselesini gündeme taşımak için mahkemeye başvurduklarını söyledi.
Zwolle bölge mahkemesi ise Mosterd'in tazminat talebini, okulun annesiyle temas kurmaya çalıştığı, ancak başarılı olamadığı gerekçesiyle reddetti. Mahkeme ayrıca, çocuklardan öncelikle ailenin sorumlu olduğuna hükmetti.
'Okulum kötü yola düşmemi engellemedi'

Beatles üyeleri yanlış sırayla ölüyor

İSTANBUL - ''Dünyada anlaşılması en zor şey, gelir vergisidir'' (Albert Einstein)
En parlak zihinlerin en güzel ve en Komik sözlerini bir araya getiren ve onları ‘hırs’tan ‘endişe’ye (ya da ‘enginar’dan ‘pencere’ye) dek 399 ayrı başlık altında düzenleyen aforizma kitabı 'Afili kitap'ta, hayatın (çocuğunuzun balığının ölümünden, Kuantum Teorisi’ne dek) karşınıza çıkarabileceği hemen her durum için yararlı bir kullanım yer alıyor.
Bilge özlü sözlerden, muhteşem esprilerden, gülünç sözlerden ve gerçeğe, güzelliğe dair samimiyetle yapılmış açıklamalardan oluşan bir kaynak kitabı; pratik bir ilginçlikler rehberi... .
'Cahillikler Kitabı’nın yaratıcılarının hazırladığı 'afili kitap' Domingo Yayınevi etiketiyle kitapçılarda.
KİTAPTAN SEÇMELER... *Ödüller hakkında bilinmesi gereken tek şey, Mozart’ın onlardan hiç kazanmamış olduğudur. (HENRY MITCHELL)
*İnsanı yaratmak tuhaf ve özgün bir fikirmiş ama buna koyunu eklemek, gereksiz bir tekrar olmuş. (MARK TWAIN)
*Bu ülkeyi nasıl yöneteceğini bilen herkesin taksi sürme ve saç kesmekle meşgul olması ne büyük talihsizlik. (GEORGE BURNS)
*Savaş Tanrı’nın Amerikalılara coğrafyayı öğretme yöntemidir. (AMBROSE BIERCE)
*Mesele rujsa önemli olan renk değil, Tanrı’nın, dudaklarınızın bittiği yer konusundaki nihai kararını kabul edebilmektir. (JERRY SEINFELD)
*Beatles üyeleri yanlış sırayla ölüyor. (VICTOR LEWIS SMITH)
'Beatles üyeleri yanlış sırayla ölüyor'

Ceylan ın gözünden Sinemaskop Türkiye

İSTANBUL - “Sinemaskop Türkiye dizisindeki her bir fotografın yoğunlaştırılmış, bir âna hapsedilmiş bir Film olduğuna inanıyorum...
...Nuri Bilge, kamerasını eline aldığında dünya sessizce onun dramaturjisine boyun eğiyor. Bir sırrı büyütüp çığ gibi üstümüze yuvarlarken bakanlara, yani bize açıkça meydan okuyor.”
Yukarıdaki satırlar Yıldırım Türker’in, Nuri Bilge Ceylan’ın çektiği fotoğraflardan oluşan bu çok özel kitap, Sinemaskop Türkiye için kaleme aldığı önsözden...
Sinemadan önce fotoğrafa ilgi duyan, lise yıllarında ve Askerlik sonrası bu sanatla uğraşan Nuri Bilge Ceylan, makinesini uzun bir aranın ardından İklimler filmi öncesi eline alıyor.

Çoğunluğu, yönetmenin İklimler filmi için mekân arama çalışmaları sırasında çekilen bu fotoğraflar, Kasım 2006’da Selanik Film Festivali’nde sergilendi.

2003-2009 yılları arasında Türkiye’nin çeşitli yerlerinde çekilen bu 97 panoramik fotoğraf, Sinemaskop Türkiye / Turkey Cinemascpoe’ta bir araya geliyor.

'Sinemaskop Türkiye' Türkçe ve ingilizce olmak üzere iki dilde 1000 adet basıldı.

Ceylan'ın gözünden Sinemaskop Türkiye

Murathan Mungan dan 19. şiir kitabı

İSTANBUL - Murathan Mungan'dan 2010 yılının ilk kitabı: İkinci Hayvan.
''PAS ÇEKİRDEĞİ Nicedir paslanmış bir suskunluk gıcırdıyor aramızda yetersizliğin kemirdiği sokaklara dağılan öteki yüzümüzle bazı acılar gibi sıradan gönderilmemiş pullar gibi kendi halinde katlanıp ve karışıp giden... ''
Mungan'ın on dokuzuncu Şiir kitabı olan 'İkinci Hayvan'da 68 şiir yer alıyor. İlk şiiri 1 Ocak 1999 tarihli on yıllık emeğin ürünü olan bu kitapta daha önce hiçbir dergide yayımlanmamış şiirler yer alıyor.
İkisi daha önce tek baskılık özel bir toplama kitap olarak Aralık 1999'ta yayımlanan 'Doğduğum Yüzyıla Veda' içinde, 4 tanesi 2000 yılında yayımlanan 13+1 kutusu içinde tek baskılık özel bir toplama kitap olan 'Fazladan Bir Kitap' içinde ve 15 tanesi 2005 yılında yayımlanan tek baskılık 'Elli Parça' kitabı içinde yer almıştı. Diğer 47 şiir ise ilk kez bu kitapla birlikte okur karşısına çıkıyor.
Kitapta yer alan şiirlerden bazıları: Aynalı Kültür Aydınger, Sentetik Elyaf, Kendilik Hali, Kurgulu Bebek, Silikon Sessizliği, Patent, Teknik, Pvc, Karton Gece, Venüs, Buz, Yabancının Uçurtması, Borges Varoşu, Bira, Pas Çekirdeği, Tam İsabet, Anarşistlerin Valsi, Örümceğin Eteklerinde, İki Renkli Sessizlik, Insomnia, Açlık, Doruk, Ejderlerin Diliyle, A Harfi, Pembe Örümcek, Kara Star, Para, Bir Oy, Örümceğin Stratejisi, İnsanlık Platosu, Çağını Arayan Tekerleme
Murathan Mungan'dan 19. şiir kitabı

Pamuk, Le Clezio ve Bolano ile yarışıyor

LONDRA - 16 Şubat'ta açıklanacak '2010 en iyi Çeviri Kitabı Ödülü' için 'Masumiyet Müzesi' ile Orhan Pamuk, Nobel ödüllü yazar Jean-Marie Gustave Le Clezio ve Şilili yazar Roberto Bolano ile yarışıyor.
'Three Percent' adlı New York'taki Rochester Üniversitesi'ne bağlı bir uluslararası Edebiyat internet sitesinin 2007 yılından bu yana verdiği ödülün bu yılki adayları önceki gün duyuruldu.
23 farklı ülkeden, 17 farklı dilde yazılan eserler için aday gösterilen 25 yazar ve çevirmen şöyle:
-Cesar Aira, "Ghosts" (İspanyolcadan İngilizceye çeviren Chris Andrews) -Ferenc Barnas, "The Ninth" (Macarcadan İngilizceye çeviren Paul Olchvary) -Ignacio de Loyola Brandao, "Anonymous Celebrity" (Portekizceden İngilizceye çeviren Nelson Vieira) -Gerbrand Bakker, "The Twin" (Felemenkçeden İngilizceye çeviren David Colmer) -Roberto Bolano, "The Skating Rink" (İspanyolcadan İngilizceye çeviren Chris Andrews) -Hugo Claus, "Wonder" (Felemenkçeden İngilizceye çeviren Michael Henry Heim) -Hans Fallada, "Every Man Dies" (Almancadan İngilizceye çeviren Michael Hofmann) -Juan Filloy, "Op Oloop" (İspanyolcadan İngilizceye çeviren Lisa Dillman) -Ricardas Gavelis, "Vilnius Poker" (Litvanya dilinden İngilizceye çeviren Elizabeth Novickas) -Cemal Gitani, "The Zafarani" (Arapçadan İngilizceye çeviren Faruk Abdülvahab) -Wolf Haas, "The Weather Fifteen Years Ago" (Almancadan İngilizceye çeviren Stephanie Gilardi ve Thomas S Hansen) -Gail Hareven, "The Confessions of Noa Weber" (İbraniceden İngilizceye çeviren Dalya Bilu) -Jan Kjaerstad, "The Discoverer" (Norveççeden İngilizceye çeviren Barbara Haveland) -Sigizmund Krzhizhanovsky, "Memories of the Future" (Rusçadan İngilizceye çeviren Joanne Turnbull) -JMG Le Clezio, "Desert", (Fransızcadan İngilizceye çeviren C Dickson) -Cao Naiqian, "There's Nothing I Can Do When I Think of You Late at Night" (Çinceden İngilizceye çeviren John Balcom) -Orhan Pamuk, "The Museum of Innocence" (Türkçeden İngilizceye çeviren Maureen Freely) -Fernando del Paso, "News from the Empire" (İspanyolcadan İngilizceye çeviren Alfonso Gonzalez and Stella T. Clark) -Jerzy Pilch, "The Mighty Angel" (Lehçeden İngilizceye çeviren Bill Johnston) -Jose Manuel Prieto, "Rex" (İspanyolcadan İngilizceye çeviren Esther Allen) -Merce Rodoreda, "Death in Spring" (Katalancadan İngilizceye çeviren Martha Tennent) -Ersi Sotiropoulos, "Landscape with Dog and Other Stories" (Yunancadan İngilizceye çeviren Karen Emmerich) -Mati Unt, "Brecht at Night" (Estonya dilinden İngilizceye çeviren Eric Dickens) -Abdurrahman Waberi, "In the United States of Africa" (Fransızcadan İngilizceye çeviren David ve Nicole Ball) -Robert Walser, "The Tanners" (Almancadan İngilizceye çeviren Susan Bernofsky)
İLGİLİ HABERLER
Klasikler içinde bir Orhan PamukOrhan Pamuk laikleri kızdıracak'Birazcık aptallık fena olmazdı''Orhan Pamuk, aşkı ellerimize yerleştiriyor'Pamuk: 'O Kemal ben değilim ama...'
Geçen yılın 'En İyi Çeviri kitap Ödülü'nü, Imre Goldstein tarafından Macarca'dan ingilizce'ye çevrilen Attila Bartis'in "Tranquility" kitabı almıştı.
Pamuk, Le Clezio ve Bolano ile yarışıyor

Londra da ayın kitabı Masumiyet Müzesi

LONDRA - Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un İngilizceye çevrilen 'Masumiyet Müzesi' adlı romanı, İngiliz kitabevi Waterstone's tarafından ayın kitabı seçildi.
Kitabevinin Londra'nın en işlek ve turistik caddelerinden Oxford Street'deki şubesinin vitrinlerinde yer alan 'Masumiyet Müzesi' kitabı, 15 sterline satılıyor.
Kitapla ilgili olarak vitrinde yer alan posterde ise, ''Nobel ödüllü yazardan, Modern İstanbul'da geçen, saplantılı bir aşkı anlatan roman" yazısı yer alıyor.
Waterstone's'un başkent Londra ve Birleşik Krallık'ta birçok şehirde ayrıca İrlanda'da, Amsterdam ve Brüksel gibi bazı Avrupa şehirlerinde de şubeleri bulunuyor.
Pamuk'un kitabının ocak ayı boyunca, kitabevinin bazı şubelerinin vitrinlerinde yer alması bekleniyor.
'TÜRK LOKUMU TATLIDAN EKŞİYE DÖNÜŞMÜŞ'Bu arada İngiliz Independent gazetesinin dünkü sayısında, kitap eleştirilerinden biri 'Masumiyet Müzesine' ayrıldı.
James Urquhart imzalı eleştiride, "Bu romanda bir buluşma var, ancak kötü bir şekilde hız eksik" denilerek, "romandaki akışın yavaş olduğu" yorumu yapıldı.
Londra'da ayın kitabı 'Masumiyet Müzesi'

Scorsese: Kariyerim üç defa çöktü

'Kızgın Boğa/ Raging Bull', 'Taxi Driver', 'Sıkı Dostlar/Goodfellas', 'Köstebek/ The Departed' gibi sayısız başyapıta imza atan Martin Scorsese, son filmi 'Zindan Adası/ Shutter Island' ile sinemaseverlerin karşısına çıkmaya hazırlanıyor.
Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Emily Mortimer, Michelle Williams, Max von Sydow, Patricia Clarkson gibi güçlü bir oyuncu kadrosuna sahip Film Şubat'ta Türkiye'de gösterime giriyor.
İşte Sinema tarihini en iyi bilen isimlerin başında gelen Scorsese'nin son filmi 'Zindan Adası'yla ilgili son röportajı:
BÖYLESİNE BÜYÜK ACI ÇEKEN BİR ERKEK...Önce hangisi geldi? Senaryo mu, kitap mı?Önce senaryoyu, sonra kitabı okudum. Hikayesi ve kendi kendisini çözümleme şekli hoşuma gitti. Ana karakter inanılmaz bir yolculuğa çıkarken sorumluluk duygusunu kabullenmesi; suçluluk duygusuyla nasıl başa çıktığı; şiddet dürtüsünün üstesinden nasıl geldiği anlatılıyor. Böyle bir Yaşam sürmenin nasıl bir şey olduğu ve verilen kararlar ilgimi çekti. Kendimizi daha iyi hissetmek için verdiğimiz kararları düşündüm. Bunların başkaları için de iyi olması gerekmez. Ayrıca böylesine büyük acılar çeken bir erkeğin hikayesi ilginç geldi.
Beyinsel rahatsızlığı keşfe çıkan teması için ne diyorsunuz? Sizin için de çok ilginç alanlardan birisi olduğunu söyleyebilir misiniz? Tam olarak beyinsel rahatsızlık diyemeyiz. Bana cazip gelen tarafı, algılama olayına ağırlık verilmesiydi. İnsanlarda kendilerine yönelik çok farklı algılama biçimleri vardır. Kimin hasta olduğu, kimin hasta olabileceği veya sadece o gün kötü hissettiği tamamen algılamaya göre değişir. Belki uyuşturucu veya alkol problemleri vardır. O zaman hayatı o şekilde algılar. Sonra kendisine gelip beynini temizlediğinde “Oh, hiç de hasta değilmişim” diyebilir.

'SONUÇTAN MEMNUNUM'Film görsel açıdan çok çarpıcı. DiCaprio’nun oynadığı karakterin kabus gördüğü veya kendi geçmişini yeniden yaşadığı ilginç sahnelere yaklaşımınız nasıl oldu?Böyle sahnelere nasıl yaklaşılacağı ilginç bir problemdi. Aynı zamanda her sahnenin riskli bir Oyun halini alması nedeniyle de aktörler için zordu. Kısacası bir puzzle bulmaca gibiydi ama sonuçtan memnun kaldım.
ŞİİR GİBİ FİLMLER...'Shutter Island'ın yapımını besleyen etkilenimleriniz nelerdi? İzlediğimiz birkaç film oldu. Yapımcı Val Lewton’un 1940’ların başında çektği filmlerin modu ve tonlaması harikadır. Ekibime, 'I Walked With A Zombie' ve 'Cat People' adlı filmleri gösterdim. İkisinin de yapımcılığını Lewton, yönetmenliğini Jacques Tourneur yapmıştı. İsimleri korkunçtur ama Şiir gibi filmlerdir. Ayrıca 'The Isle of the Dead' adlı bir başka Lewton filmi daha gösterim. Yönetmenliğini Mark Robson’un yaptığı o film de ilginçtir.
Bunların yanısıra tabii ki Roman Polanski’nin 'Cul-de-sac', 'Repulsion' ve kendi türünün en muhteşem örneği kabul edilen 'Rosemary’s Baby'sini izledik. 'Rosemary’s Baby' öyle müthiş bir filmdir ki, sonunu bildiğiniz halde tekrar tekrar izlemeye doymazsınız. Çünkü meydana gelen olaylardan sonra geride kalanların nasıl davrandığını büyüleyici şekilde gösterir. Oyuncular olağanüstü, çekim tarzı mükemmeldir. Karakter davranışları açısından kendi kendisini açığa çıkaran bir filmdir.
Leo ile Mark’a, 'Laura' ve 'Out of the Past” adını taşıyan iki film daha gösterdim. Bunları Ben Kingsleye de gösterdim. 'Out of the Past'ın sonuna gelindiğinde Leo ayakta alkışlayarak, ''Bugüne kadar gördüğüm en müthiş film'' dedi.

LEONARDO İLE ÇALIŞMAK...Leonardo DiCaprio ile ortak çalışmanızın doğası yıllar içerisinde değişti mi? İşbirliğimizin zaman içerisinde değiştiğini sanmıyorum. Ancak daha yoğun hal aldı diyebilirim. Bu film Leo açısından zor oldu. Çünkü açığa çıkarılması gereken çok şey vardı ve açığa çıkarttıkça daha fazlası onu bekliyordu. Daha önce hiç aklımıza gelmeyen şeyleri bile denemek zorunda kaldık. Son derece karmaşık bir çalışmaydı. Leo kendisini bu projeye öylesine adadı ki, onun açısından o dünyada uzun süre yaşamak gibiydi.
'SANKİ CEHENNEMDE GİBİYDİK'Peki, orası yaşamak için iyi bir yer miydi? Hayır, kesinlikle değildi. Geçenlerde yaşadığımız güzel bir anı hatırlıyorum. Birbirimize şöyle bir baktık. Ben ''Teşekkür ederim'' dedim ve birbirimizi kucakladık. Sonra ayrıldık ve kendi yolumuza gittik. Ekibe teşekkür ettikten sonra evime gittim. İki ay boyunca da hiç kimseyi görmedim. Leo da gitmişti. Sonra geri geldiğinde bazı sahneleri tekrar izledik. Ekrandaki görüntüye bakıp, ''Oh o sahne, ne iğrenç gündü!'' diyordu. Veya ''Sanki cehennemde gibiydik'' diye anılarını dile getiriyordu. Sonra başka bir Sahne geldi, ''Oh ne kötüydü!'' dedi. Ekrana gelen her görüntüde ''Oh müthişti'' deyip duruyordu.
Hatırlıyorum da çok zor ve ızdırıp verici bir gündü. Kusma sahnesinden tutun da, ormanda koşma sahnesine kadar her türlü zorluk vardı. Çok sıkı çalışma yaptık. Doğrusu bu kadarını beklemiyorduk. Sanki klostrofobik dünyada iki acemi çaylak gibiydik. Ancak Leo devam etmekten hiç korkmadı ve başardı.
Scorsese: Kariyerim üç defa çöktü

BLOOMSBURY DÜŞLERİ

Matematik, Ekonomi, Edebiyat ve sanat alanlarında çığır açmış kişilerin özgürlükçü düşünceleri, birbirlerinin yaratıcılıklarını besleyen tartışma ve toplantıları, aşkları ve ihtirasları...

20. yüzyılın ilk yarısında; Londra Bloomsbury yakınlarında, birlikte yaşayan, çalışan, üreten, araştıran, eğlenen ve tartışan kolektif bir arkadaş ve akraba topluluğuydular... Edebiyat, estetik, eleştiri, ekonomi, feminizm, Cinsellik ve barışçıl Politika ile ilgileniyorlardı. Oluşturdukları parkı andıran büyük bahçelerini sanatlarının uzantısını oluşturan heykeller süslüyor, yine söz konusu bahçede Roman, eleştiri, biyografi ve Bilimsel yazılar yazıyor, birlikte çay ve içki partileri düzenliyor, konuklarını ağırlıyor, fotoğraf çekiyor, resim yapıyor ve eşsiz sohbetleri ile giderek efsaneleşiyorlardı. Virginia Woolf, John Maynard Keynes, E.M Forster, Lytton Strachey, Duncan Grant, Vanessa Bell gibi tanınmış üyeleri bir yana Aldous Huxley, Katherine Mansfield, TS Eliot, Leydi Ottoline Morrell ve William Butler Yeats gibi yazarlar da, ağırladıkları entelektüeller ve sanatçılar arasındaydı. Bu ütopik topluluk; yenilikçi ve avant-garde düşünce tarzlarının getirdiği Yaşam anlayışları ve giysi kodlarıyla bu kez sezon modasına referans oluşturuyorlar.

Duncan Grant'in, modellerini resmederken üzerlerine almasını istediği kadife pelerinleri zaman zaman bizzat kendisinin giydiği ya da topluluğa sempati duyan kadınlara hediye ettiği günlerden; ünlü kadın oyuncuların zarif omuzlarını süsleyen pelerinlerin zirve yaptığı bugünlere... "Birçok kadın oyuncunun hayali; düşünsel, sanatsal ve estetiksel gelişimini artıracak entelektüel bir çevrenin içinde var olmak değil midir zaten?' diye soruyor Anna Sui ve ekliyor; "Bloomsbury sadece giysi kodları açısından değil, bir simge olarak Virginia Woolf ve dostlarına duydukları hayranlığın da dışavurumu." Tasarımcı bir sonraki koleksiyonunu, Bloomsbury'nin art-deco stilinden ve Birinci Dünya Savaşı sırasında topluluğun en renkli simalarından yazar Lytton Strachey ile sevgilisi Ressam Dora Carrington'ın aşkının konu edildiği Carrington filminden yola çıkarak kurgulayacağını da itiraf ediyor. Öyle ki; bu amaçla Virginia Woolf'un bir zamanlar tutkulu bir Aşk yaşadığı kadın yazar ve Şair Vita Sackville-West'in Londra'daki evini ziyaret etmeyi, Vanessa Bell'in kitaplarını incelemeyi, eski dergileri karıştırmayı ve diğer topluluk üyelerine dair sayfalarca not tutmayı kendine görev edindiğinin de altını çiziyor. Yalnızca Anna Sui mi? Christopher Bailey, Virginia Woolf'un rafine estetik anlayışına, Karl Lagerfeld ise aynı dönemin ünlü kadın oyuncularından Belle Brummel'in dandy yaklaşıma kattığı femininen vurguya duyduğu hayranlıktan söz ediyor sık sık...

20'li yılların ruhunu daha iyi özümseyebilmek ve bu çarpıcı dönemi 70'lerle birleştirmek için Ken Russell'ın Women in Love, The Boy Friend ve heykeltıraş Henri Gaudier-Brzeska'nın hayat hikâyesinin konu edildiği Savage Messiah'ı defalarca izleyen, bununla da yetinmeyip Edward Gorey'nin skeçleri ile baskılarını dahi inceleyen Nicole Farhi; "20'lerin kubist yaklaşımını, o art deco estetiği biraz da klasik İngiliz çizgileri katarak modernize etmeye çalışıyorum" diyor. Farhi hemen hemen her koleksiyonunda; özellikle de gündüz giyilebilecek parçalarda Bloomsbury bilgeliğini yaşatmaya çalıştığını da sözlerine ekliyor. Kaşmirin hayat verdiği toz pelerinler, fistolu etek uçları, büyük düğmeler, gevşekçe bağlanan kemerler, Mary Jane ayakkabılar, ekose elbiseler, el yapımı heybeler, tasarımcının 2007 yılı Kış koleksiyonun da ana hatlarını oluşturuyordu... Bugünlerde bir kez daha kitaplara düşkün, feminen giyinse de cardigan'ları, pelerinleri, uzun etekleri, flanel pantolonları ve pelerinimsi paltoları ile söz konusu kadınsı etkiyi maskülen ayrıntılarla dengelemeye çalışan neo Bloomsbury fashionista'lara rastlıyoruz.

"Belli bir araştırma ve gözlem sonucunda gardırobumuza ulaşan tasarımların ayrıcalığını hissetmek istiyorum ben de. Kendine ait bir odaya sahip olmak kadar kendine ait bir gardırop oluşturmak da çok önemli. Bu kadını özgürleştirir... Virginia Woolf ve yakın arkadaşları Moda figürü olmaktan çok özgür düşünce figürüydüler. O dönemin kadınları giyinmediler, düşünceyi giyilebilir kıldılar. Önemli olan da budur" diyor ünlü oyuncu Nicole Kidman ve ekliyor; "Tüvit pantolon ceket takımlar seyahatler içindi, kocaman çengelli iğneli çantalar, pamuklu gömlekler, tüylü küçük şapkalar ise beş çaylarının. Bloomsbury gibi düşünceye hizmet eden bir toplulukta dahi bu eksantrik kurallar yıkılmak üzere geçerliliğini koruyordu. Leydi Ottoline Morrell'in amber yüzükleri, yumuşacık Paul Poiret elbiseleri dahi belli bir derinliğin izlerini taşır."

Freud çevirileri okuyan, kendini tekrar eden insan doğası, içsel var oluş ve Virginia Woolf'un günlüklerinde de kaleme aldığı gibi estetik sorgulamalar ile ilgilenen düşünürler topluluğu, bohem bir İngliz rapsodisi yaşıyordu. "Yaşam tarzları daima tasarımın özünü oluşturur" diyor Christopher Bailey ve ekliyor; "Bloomsbury'e öykünmek için ele birkaç kitap almak, bir çift gözlük takmak ya da bir pelerinin içine gizlenmek de yeterli olamaz. Döneme öykünebilirsiniz, üyelerinin yaşam tarzlarının uzantılarını arayabilirsiniz, ancak Bloomsbury'i üzerinizde taşımak için okuduğunuz gibi giyinmek zorundasınız." Peki ya siz? Okuduğunuz gibi giyinmeye hazır mısınız?

BLOOMSBURY DÜŞLERİ

Fizyoterapist faydalı olacaktır

* Beş yaşındaki otistik çocuğuma doktorumuz duyu bütünleme terapisini önerdi. Bu çalışma hakkında ne düşünüyorsunuz? Çocuk için ne yapmalıyım? E.G./Ankara

Duyu bütünleme terapisi; dış dünyayı duyusal alanlarını kullanarak anlamaya çalışan bireylere uygulanan eğitsel bir yöntemdir. Hastalığın ilk belirtileri arasında sese, sıcağa, acıya aşırı duyarlılık, sürekli yorgunluk, hareketlerde yavaşlık, el ve gözde koordinasyon bozuklukları, çocuğun merdivenden inerken boşluktaymış duygusu yaşaması, kucağa alındığında ya da sallandığında aşırı derecede korkması, denge tahtasında yürüyememesi ve yemek sorunu gelir. Bu tarz belirtileri olan çocuğun derhal bir fizyoterapi uzmanına gösterilmesi faydalı olacaktır.



Amacına uygun Oyun seçin!

* Oğlum, sürekli benden şiddet içerikli, yaşına uygun olmayan Bilgisayar oyun CD'leri istiyor. Bu konuda ne yapmalıyım? Nelere dikkat etmeliyim? S.M./İzmir

Bilgisayarın icadıyla birlikte gelişen bu Teknoloji, günümüzde hemen hemen her alana dahil olmaya başladı. Bilgisayar eğitiminde çocuğun ihtiyacına uygun ve çalışacağı alana yönelik programların seçilmesi çok ama çok önemlidir.



Zevk alsın

Özellikle aldığınız oyunların dil etkinlikleri açısından yoğun, matematik ve sembolik algıyı geliştirici, yaratıcılık ve sanat becerisine yönelik, dikkat ve konsantrasyonu artırıcı özelliklerde olmasına dikkat etmelisiniz. Bu şekilde alacağınız Oyunlar, hem çocuğunuzun bireysel öğrenmesini hızlandıracak, hem de oyun oynama kabiliyetini artıracaktır.



Tutarlı olmak önemlidir!

* Eşimle çocuğumun eğitimi konusunda anlaşamıyoruz. Ben okulda başarılı olmasını isterken, eşim çocuğun yanında 'Onu sıkma' diyor. Ne yapayım? J.Ö./İzmir

Biz buna 'tutarsız ebeveyn tutumu' diyoruz ki, en tehlikeli durumdur. Çünkü çocuğun, bu tarz tutum farklılıklarına tanık olması anne ve babasına karşı güvensizlik duymasına neden olur. Hatta bazen aşırı durumlarda çocukta taraf tutmaya kadar gidebilir. Annenin 'hayır' dediğine, babanın 'evet' diyebileceğini bilen çocuk bunu kullanır. Dolayısıyla da daha yoğun davranış sorunları gösterir. Bu nedenle eşinizle baş başa kaldığınız bir anda, bu sorunu enine boyuna konuşarak çözüm bulmaya çalışın. En azından görüş farklılıklarınızı çocuğunuza yansıtmayın! Tutarlı olmaya çalışın!



Kitapları bol resimli olsun!

* Yedi yaşındaki oğluma kitap alırken nelere dikkat etmeliyim? Kitap alırken nasıl seçmeliyim? Ö.Y./Adana

Çocuklar için kitap seçimi yaparken gelişimine uygun olanları tercih etmelisiniz. Kitabın dili, resimleri, yazım şekli, içeriği, şiddet unsuru ve korkutucu öğeler taşıyıp taşımadığına dikkat edin.



Öykü kitabı alın!

Eğer mümkün ise kendi yaş grubu için çıkarılan kitaplardan kendisinin seçmesini isteyin. Özellikle konuları sosyal içerikli olan, keyifli kitaplar seçmenizde fayda var. Bol resimli az kelimeli kitaplar, içinde üçdört karakterin olduğu seslendirilmiş hikâyeler, mesaj veren öyküler, izlediği çizgi filmlerden uyarlanmış yapıtlar, mesleklerle ilgili olanlar, doğa ve hayvanları anlatan deneysel kitaplar alabilirsiniz.
Fizyoterapist faydalı olacaktır

Avatar romandan çalıntı mı?




Strugatsky kardeşlerin "Noon Universe" serisinin kahramanları Avatar'dakilere oldukça benziyor. Avatar'ın yönetmeni Cameron ise "intihal" iddialarını reddediyor.

Hasılat rekorları kıran Avatar filminin konusunun "çalıntı" olabileceğini hiç düşünmüş müydünüz! Avatar'ın, Rus Arkady ve Boris Strugatsky kardeşlerin Sovyet döneminde yazdığı bilim-kurgu Roman serisi "Noon Universe"e benzerliği dikkat çekiyor.

James Cameron'un filmi Avatar, Pandora adlı bir gezegende yaşayan Na'vi ırkını anlatıyor. Yemyeşil Pandora, Strugatsky'lerin kitabında da geçiyor. Film de kitap da 22. yüzyılı konu ediniyor. Cameron'un Na'vi'si ise kitapta Nave olarak geçiyor.
Avatar romandan çalıntı mı?

Futbolu ağlatan adamın son anları


Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Türkiye A Milli Futbol Takımı’nın kazandığı en büyük başarının mimarlarından biri olan ve bu zaferin hemen ardından ani ölümüyle Türkiye’yi yasa boğan eski Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ın hayatı kitap oldu. Ailesi ve dostlarıyla yapılan görüşmeler sonucu Haşim Akman’ın kaleme aldığı, Hayykitap’tan çıkan “Hasan Doğan Futbolu Ağlatan Adam”ın en çarpıcı bölümü ise Doğan’ın son dakikalarını ve bu anlara ailesinin, arkadaşlarının ve Başbakan Erdoğan’ın tanık oluşunu anlatan sayfalar... Hasan Doğan’ın son anları kitapta şöyle anlatılıyor:

Neşeyle kalktı, acıyla yıkıldı
Alkoçlar Otel’de epeyce kalabalık bir masa etrafında buluşuldu. Masada, Fatih Terim, Cihan Kamer, Hamdi Abdik, Hasan Doğan, Levent Kızıl, eşleriyle birlikteydi. Federasyon çevresinden birkaç kişinin yanı sıra Beyazıt Öztürk de vardı. Yemeğin ardından Cihan Kamer, Hamdi Abdik ve Hasan Doğan otelin Sağlık merkezindeki SPA’ya gitti. SPA’da hem son günlerin yorgunluğu giderilmeye çalışıldı hem de üç yakın arkadaş Cihan Kamer’in esprileriyle hoşça vakit geçirdi. Hasan Doğan, Cihan Kamer’e “Yahu arkadaş, şuramdan inanılmaz bir ağrı geliyor” diyerek sırtında bir noktayı tarif etti. Saatler 18.35’i gösteriyordu. Cihan Kamer alışkındı bu türden sözlerine onun. Şikâyetlerinin yoğunlaşması üzerine, iki yıl kadar önce ne olur ne olmaz diyerek Anjiyo yaptırmışlardı. Sonuç temizdi. Hasan Doğan’ın yakınan sesini biraz geride bırakıp asansöre doğru yöneldi Kamer, duyduklarının üstünde durmamaya çalışıyordu. İlgi gösterip üstelerse daha kötü olacağından, Doğan’ın kuruntuya kapılacağından korkuyordu. Birkaç adım atmıştı ki arkasından gelen, “Tutun” sesiyle durdu. Tam dönüp elini uzatıyordu ki duyduğu “küüüt” sesine baktı. Hasan Doğan yere yıkılmıştı.

Doktorların ümitsiz çabası
Cihan Kamer korku, şaşkınlık ve üzüntü içinde, “Yetişin! Çabuk!” diye bağırmaya başladı. Doktorluk yapmamasına karşın tıp eğitimi görmüş Hamdi Abdik hemen yanlarında bitti ve yerde uzanmakta olan Hasan Doğan’a kalp masajı yapmaya koyuldu. O sırada otelde tatilini geçirmekte olan ve olup bitenleri bir üst kattan gören Belçikalı acil servis uzmanı bir Doktor da yetişip Hamdi Abdik’ten görevi devraldı. Belçikalı doktorun ısrarlı müdahalesi bir iki dakikadır sürmekteydi ki otelin doktorları, müdahale için gerekli tıbbi donanımlarıyla birlikte geldiler. Operasyonu izleyen Hamdi Abdik ise o sırada Cihan Kamer’e dönüp, ümitsiz bir şekilde “Çok zor” dedi. Ne yapacağını, kimi arayıp da Haber vereceğini bilmez bir şekilde gelişmeleri izleyen Cihan Kamer, cep telefonundan gayri ihtiyari eşini aradı. “Hasan abi fenalaştı” dedi Cihan Kamer. Sesi, eşinin o ana kadar hiç duymadığı ölçüde kötüydü. Bulundukları yere ulaştığı sırada karşılaştığı manzara hiç de umduğu gibi değildi Çiğdem Kamer’in.

‘Allahım onu elimden alma’
Çiğdem Kamer, Aysel Doğan’ın o sırada bir arkadaşlarıyla birlikte bulunduğu yeri biliyordu. Hemen yanına gitti. Aysel Doğan, o anda SPA merkezinden çıkıyordu. Çiğdem Kamer yürüyüp bulundukları yerden uzaklaşmaya çalışıyordu ki Aysel Doğan onu durdurdu. “Çiğdem, senin başka bir şeyin var. Neden söylemiyorsun ne olduğunu” dediği anda Çiğdem Kamer, “Aysel abla, metanetli olman lazım şu anda. Bunu sana nasıl söyleyeceğim, onu da bilmiyorum. Bunu kolay söylemenin yolu yok. Hasan ağabey fenalaştı” deyiverdi. Birden ciddileşti Aysel Doğan, “Nerede? Bana yerini söyle çabuk” dedi. Durumu son derece metanetle karşılamıştı. “Hemen söyle Çiğdem, çabuk gitmeliyiz” dedi. Yeniden yürümeye başladılar. “Çok mu ciddi?” diye sordu yürürlerken. Doktorlar görüş alanına girdiğinde feryadı bastı Aysel Doğan. Geldiğini gören herkes sakin olmasını söylerken o, ilk anda, kimselerin pek de anlam veremediği bir hareket yaptı: Cep telefonunu kapattı. Çiğdem Kamer, daha sonra açılması gerektiğinde pin kodunu bilmediğini hatırlayıp itiraz edecek oldu, engellemeye çalıştı. “Kızım ararsa ne söylerim” dedi Aysel Doğan. “Şu anda ancak dua edebiliriz. Başka bir şey yapamayız, oturalım” dedi. O sırada Allah’a, “Onu elimden alma” diye yakarıyordu.

Başbakan’a haber verildi
Kaybedecek vakit yoktu, doğrudan Başbakan’ı aradı Cihan Kamer, “Haberler iyi değil” dedi: “Hasan abi... Herhalde kalp krizi geçiriyor ve geri gelmiyor”. “Hangi Hasan abi” sorusu üzerine, “Bizim Hasan abi” dedi. “Hayırlı konuş. Ne demek gelmiyor? Dur bakalım, ne oldu? Orada doktor falan kim var?” dedi Başbakan Erdoğan. Cihan Kamer, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sorusunun üzerine durumu anlatmaya başladı. Bu konuşmanın ardından aileden haber verileceklerin adını geçirdi aklından hızlıca. Hasan Doğan’ın kardeşi Hüseyin Doğan’ı düşündü önce, vazgeçti. “Ailenin büyük oğlu” sayılan Remzi Gür’ü aradı. “Remzi abi, Hasan abi kalp krizi geçiriyor ve geri gelmiyor. Acil gelin” dedi, kapattı telefonu.

Erdoğan: Oraya geliyorum
Hastaneye ulaştıklarında Aysel Doğan, “Ben doktorla görüşüp durumu öğrenmek istiyorum” dedi. Israrlarına karşı koyamayan doktorlar onu içeri aldı, Çiğdem Kamer ise bekleme salonunda kaldı. Bu sırada Tayyip Erdoğan da hastanenin başhekiminden bilgi alıyordu. Başhekimle konuştuktan sonra Cihan Kamer’i aradı. Başbakan, “Başhekimin hâlâ ümidi varmış” diyordu. Belli ki o da ümitliydi. “Geri dönmüyor” dedi Cihan Kamer. Başbakan, “Peki, beni tekrar başhekimle görüştür” dedi. Konuşma kısa sürdü. Başhekimin, “Maalesef kaybettik” demesi üzerine bitti konuşma. Bir süre sonra tekrar çaldı Cihan Kamer’in telefonu. Yine Başbakan’dı. “Oraya geliyorum. Ne yapacaksınız, götürecek misiniz bugün?” diye sordu. Ailenin diğer üyelerinin de Bodrum’a gelmesini bekliyordu Cihan Kamer. Oğlu Selim de yetişirse pazar gününe defnetme taraftarıydı.

Son bir kez görmek istedi
Hastanede yaşama döndürmeye çabası sürerken, dışarısı da giderek kalabalıklaşıyordu. Haberi duyan herkes soluğu hastanede almıştı. Fatih ve Fulya Terim, Levent Bıçakçı, Milli Takım’ın o sırada Bodrum’da bulunan futbolcuları, Doğan ailesinin yanındaydı. Hastanenin önü gazeteci kaynıyordu. İçerideki endişeli bekleyiş sürerken bir ara Fatih Terim yanaştı Aysel Doğan’ın yanına. Son haberi o verdi. O zamana kadar gözyaşını tutabilenler için de sondu bu. Ağlayabilenler kendilerini tutmaktan vazgeçti. Bekleme salonuna sadece hıçkırık seslerinin hâkim olduğu bir anda Aysel Doğan, “Ben kocamı göreceğim” diyerek kalktı yerinden. Engel olmak istediler, o direndi ve istediğini elde etti...
Baba ocağına acı haber
Hasan Doğan’ın annesi Ferhan hanım ile babası Mustafa Doğan, yazları Kastamonu’da, ata yurtları olan Abana’da geçirirdi. Denizi uzaktan, yeşillikler arasındaki yamaçtan gören bir evin verandasında gündelik hayatın telaşesinden uzak, akraba ağırlamak, eş dost ziyareti, sohbet ve ibadet alırdı vakitlerinin çoğunu. O gün de öyle, karı koca akşam yemeklerini erkenden yemiş, yatsı namazı için geçmesi gereken süreyi dolduruyorlardı. Evin sokak kapısından girdikten sonra bahçeyi aşarak gelinen verandanın kenarındaki kapının eşiğinde, Ferhan Doğan’ın aynı mahallede oturan kardeşi Burhan Özer beliriverdi. Enerjik biriydi ama o anki durgun hali akşamın alacasında göze görünmedi. Kısa bir soluklanmanın ardından, doğrudan söze girdi Burhan Özer. “Hasan’a bir şey olmuş” dedi ve devam etti: “Beni de Hüseyin (Doğan) aradı. ‘Annemin babamın yanına git dayı’ dedi, geldim.” O sözünü bitirmişti ki çevreden başkaları geldi. Gelenler, “Hasan komada” dedi. Yaşlı karı koca, hayır duaya durdular. Evdeki birileri televizyonu açtı. Oradan duydukları habere göre, verandaya, “Nefes alma verme durumu iyiymiş” haberi uçuruldu. Ama çok geçmeden acı haber geldi.
Oğlu ABD’de öğrendi
Her şeyden habersiz olan Selim, San Diego’da Türk arkadaşıyla sohbete başlamıştı ki arkadaşının telefonu çaldı. Açtı. “Alo” dedikten sonra üç beş saniye sessizce dinledi karşı tarafın söylediklerini ve sonra hiçbir şey söylemeden masadan kalkıp kahvaltı salonunun dışına çıktı arkadaşı. Geldiğinde suratı allak bullaktı. “Kalp krizi” dedi. Bu iki kelimenin taşıdığı felaketin farkındaydı Selim. Hemen çok yakınlarının adlarını geçirdi aklından. İçlerinde babasının adı yoktu. Arkadaşı, bu boşlukta aklından geçenleri okumuş gibi, bir kelime daha fısıldadı: “Baban.” Son kelimeyi duyunca, eli ayağı kesildi Selim’in. Sarsıldı bir an. İkisi birden başladılar ağlamaya...
Kızı inanmak istemedi
O gün bir arkadaşının evindeydi Zeynep Doğan. Arkadaşının telefonu çaldı. O ana kadar hiçbir şeyden haberi olmayan Zeynep, arkadaşının yüzündeki Dehşet ifadesiyle irkildi. Genç kadın “Baban fenalaşmış” demeye çalışırken Zeynep bir anda “Kalp krizi mi?” dedi ve koşup televizyonu açtı. Ekranda beliren görüntüde “Vefat etti” yazıyordu. Anlamadı önce, inanmak istemedi. Hemen Çiğdem Kamer’i aradı, “Müdahale ediliyor” cevabını alınca tekrar bir nefes aldı. “Babama hiçbir şey olmaz. Bir mucize olur ve babam kurtulur” diyerek kendini rahatlatıyordu. Zeynep, Bodrum’da uçaktan inene kadar “bu gerçeğe” inancını hep koruyacaktı. Zaten ona acı haberi verme görevini kimse üstlenemiyordu. Uçakta, Ethem Sancak’ın Psikolog eşi onun yanında oturacak ve durumu son derece güzel yönetecekti.
YAŞAMA DÖNMEDİ
Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Türkiye’nin attığı gollere eşine sarılarak sevinmişti Doğan... Çok değil, bu zaferin hemen ardından, stresi atmak için girdiği SPA’dan sonra yere yığılıverdi. Oteldeki bir Belçikalı doktor, ardından uzman ekip müdahale etti ama Doğan’ı yaşama döndürmek mümkün olmadı.
Futbolu ağlatan adamın son anları

Oturduğunuz yerden kilo verin


nyildiz@hurriyet.com.tr
Cinsel işlev bozuklukları da dahil olmak üzere birçok hastalığın tedavisinde kullanılan hipnozla tedavi aynı zamanda zayıflamayı da kolaylaştırıyor. Konuyla ilgili olarak görüştüğümüz Psikoterapi ve Hipnoz Uzmanı Dr. Haluk Alan ile hipnozla ilgili merak edilenleri ve hipnozla zayıflamayı konuştuk.
Nilgün Yıldız yazıyor
Hipnozla tedavi ne anlama geliyor?Hipnozla tedavi; hipnoza alınan kişiyi (suje) belli bir trans derinliği ve telkinler eşliğinde, sorunu ya da sorunlarına yönelik içsel olgularına yönlendirebilme durumudur. Alternatif bir tedavi yöntemi olmayıp, tedavileri tamamlayıcı bir unsurdur.
"Hipnozla tedavi ile her şeyi yapabilseydim şimdi zengin olurdum"
Ne kadar zamandır bu işle uğraşıyorsunuz?Son 7 yılı aktif olmak üzere yaklaşık 9 yıldır hipnoz yapıyorum. Eğer hipnoz yapan kişi olarak elimde farklı güçler olabilseydi ve ben bunları hipnoza giren kişinin bütün karşı çıkmalarına rağmen istediğim şekilde kullanabiliyor olsaydım herhalde Türkiye'nin değilse bile bölgenin en zengin adamı olurdum. Çünkü, bana müracaat eden Tekstil fabrikatörlerinin sadece 2-3 tanesinin banka hesaplarını kendi üzerime transfer etseydim bu bana yeterdi.
Kimler hipnozla tedavi yapabilir?
Hipnoz Uzmanı Dr. Haluk AlanHipnozla tedavide hekimler, psikologlar ve diş hekimleri görev alabilirler. Sadece sertifika alarak hipnoz yapmaya yetkilendiğini zanneden hekim ve Psikolog dışı kişilere güvenmeyin ve onlara hipnoz olarak geleceğinizi karartmayın. Kişi için bir tehlike var mıdır? Hipnoz doğduğumuz günden bu yana aslında her gün karşılaştığımız ve hatta yaşadığımız doğal ve normal bir durumdur. Dalmış vaziyette Televizyon seyrederken ya da kitap okumaya daldığımız ancak bize sesleneni duyuyor olmamıza rağmen yanıtlayamadığımız anlar hep doğal hipnoza örneklerdir. Bunları yaşadığımız anlarda beynin alfa düzeyindedir. Yani hipnozda yaşanılan evre. Bu yüzden eğer yetkili bir hekim ya da psikolog tarafından uygulanıyorsa, hipnozun hiçbir tehlikesi yoktur. Şimdiye kadar sadece hipnozdan kaynaklanan, tespit edilmiş bir psikolojik ya da fizyolojik zarar belirtilmemiştir.
Hipnozla zayıflamak mümkün müdür? Nasıl?Düşünerek zayıflama derken biz düşünce gücünü ve dolayısıyla zihnimizi ve daha da önemlisi bilincimizi ve bilinçaltımızı kastediyoruz. Zihinsel yoğunlaşmayla elde edilebilecek yararlar sadece zayıflama ile sınırlı değildir. Metropolitan Üniversitesi uzmanlarından Dave Smith'in yaptığı araştırmada her gün bir saat Egzersiz yapanlardan daha çok, 1 saat aynı egzersizi yaptığını düşünen, bunu düşünen, zihninde canlandıran grup başarılı olmuş hatta yarım kilo daha fazla kilo vermişlerdir.Bizlerin de hipnozda kullandığı imajinasyon yöntemi kişinin belli bir beyinsel dalga boyuna getirilmesiyle sağlanabilir. Bunun en iyi sağlandığı zaman dilimi beynin alfa dalgalarının hakimiyetinde olduğu dönemlerdir. Uykuya dalmaya hazır olduğumuz anlar ve hipnozun bazı aşamalarında bu dalga boyunun hakimiyeti söz konusudur.Uykulu veya hipnotik trans durumunda vücuttaki bilinçli bütün zorlamalar en aza inmektedir. Dolayısıyla bu dönemde bilinç tarafında ortaya atılacak bilinçli çatışmalar önlenmekte, bilinçaltı bütün haşmetiyle size yardım etmek üzere gönderilecek olumlu telkinleri almaya müsait hale gelmektedir. Telkinlere açık olunan bu dönemde, bilinç geri plandadır. Bilinçaltını size faydasız bazı alışkanlıklardan temizleyip, yepyeni bir anlayışa yönlendirmek işte bu dönemde mümkündür.Bu imajinasyonun yanı sıra; kendini gelecekte nasıl görmek istiyorsa, yani mutlu, sağlıklı, estetik, ideal kilosuna ulaşmış, stresten uzak, huzurlu v. b. özellikleri kendi üzerinde görmeye çalışır. Ve bilinçaltına şu uyarıyı gönderir: "İşte ben bu olmak istiyorum. İnanıyor ve biliyorum ki bu isteğim mutlaka yerine getirilecektir…"Çikolata yemekten kendini alamayan hasta tam 12 kilo verdi
Yıllardır çikolatalı besin tüketmekten kendini alıkoyamayan bir hastam (A.G.) oluşturduğumuz etkin imajinasyon (Düşünsel yoğunlaşma) etkisiyle ilk seansımızda yediği o çikolatalı dondurmaların gres yağından üretildiği sanısıyla, seans sonunda kısa bir süre öğürme ve kusma şeklinde tepki göstermişti. Bu imajinasyonun bir gücüydü. Şimdi o hastam toplamda 12 kilo ile en iyi zayıflayan hastalarım arasındadır. Aradan 2 yılı aşan bir sure geçmiş olmasına rağmen verdiği kilolarını geri almamıştır. Bu arada çikolatalı dondurma ve diğer ürünleri de çok büyük bir rahatlıkla tüketebilmektedir. Ama sadece ihtiyacı kadar, aşırıya kaçmadan, bilinçli olarak.
Hipnozla zayıflamak kalıcı bir sonuç mudur?Tüm bu anlatılanlardan sonra evet! Diğer yöntemlere kıyasla zihinsel yoğunlaşma ve hipnoz yöntemiyle yapılan zayıflama kalıcı olmaktadır.
Nasıl bir yöntem uyguluyorsunuz?Biz uygulamayı genelde 5 seans üzerinden yapıyoruz. Sonra 15 günde bir, ayda 2, ayda 4, ayda 8 ve 12 ayda bir olmak üzere 6 kez hatırlatma seansları uyguluyoruz. Ancak hasta bu dönemler içinde ilk 21 gün geceleri tam yatmadan önce gece hipnozu seansları yapmaktadır. 21 gün sonunda elde edeceği başarı ve kazanacağı alışkanlık onun ruhunda " istediğini elde eden insanın" huzurunu yaşatacaktır. Yaklaşık hastalarımızdan ayda 4-5 kilo civarında kilo vermelerini istiyoruz.
Cinsel sorunlara da çare oluyor
Cinsel sorunlar hipnozla destek veriyor musunuz?Cinsel sorunların hipnoz yöntemiyle tedavisi mümkündür. Özellikle vajinismus, orgazm bozukluğu, cinsel isteksizlik, erken boşalma, ereksiyon problemi ve geç boşalma, üzerinde çalışılan ve hipnoz yöntemiyle olumlu sonuçlar alınan cinsel problemlerdir. Her bir sorun için farklı hipnotik uygulama bulunmaktadır. Ancak bu ve diğer sorunlarda amaç sadece hipnoz yapmak değildir. Hipnoz öncesinde kişiden sorunu hakkında yeterince bilgi alınmakta, sonra kendisine konulan tanı doğrultusunda bilgi verilmekte ve terapi süreci hakkında bilgilendirilmesi sağlanmaktadır. Bu devrelerden geçen hasta uygun trans derinliğine alınarak çeşitli terapi teknikleriyle tedavi edilmektedir.Vajinusmusta en etkili yöntemlerden biri
Hipnozla tedavi sonrasında kişi tamamen iyileşir mi?Hipnozla tedavide kişinin sorununa bağlı olarak tedaviden alınan yanıtlar da değişmektedir. Psikolojik sorunlar bağlamında ele aldığımızda örneğin sadece ilaçlı tedaviye oranla, hem ilaçlı tedavi ve hem de psikoterapi ve hipnoz uygulamaları daha kalıcı tedavi imkanı sunmaktadır. Panik bozukluğundan takıntılı durumlara ve cinsel sorunlara kadar birçok problemde daha kalıcı bir tedavi için psikoterapi ve içinde hipnoza yer verilmektedir. Vajinismusta en etkin tedavi yöntemlerinden biri hipnozdur. Hipnozla daha önce tedavi edilememiş birçok vajinismus hastasını tedavi ederek operasyonlarla sağlanamayan tedaviyi hipnozla sonuçlandırmak mümkün olmuştur. Cinsel yaşamın daha zevkli ve sorunsuz hale getirilmesinde hipnozun çok önemli katkıları olmaktadır. Özellikle batıda ön yargısız bir şekilde terapilerde kullanılmakta olan hipnoz, sorunların kalıcı çözümü noktasında terapistlere büyük kolaylıklar sağlamaktadır.
Oturduğunuz yerden kilo verin

Görme engellilere özel broşür

Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürü Seraceddin Çom, sağlıklı beslenmenin, tüm Yaşam gruplarındaki bireylerin yaşam kalitelerini etkileyen faktörlerin başında geldiğini söyledi.Yetersiz ve yanlış beslenmenin kansızlık, aşırı zayıflık ve şişmanlık, vitamin ve mineral eksikliği, guatr, yaygın diş çürüğü, şeker hastalığı, yüksek tansiyon ve kalp-damar hastalıklarına yol açtığına işaret eden Çom, bu nedenle toplumun her kesiminin Beslenme konusunda bilinçlendirilmesinin önemli olduğunu bildirdi.Hızlı büyüme ve gelişmeleri nedeniyle Okul çocuklarının pek çok besin ögesine ihtiyaçlarının diğer yaş gruplarındakilere göre daha fazla olduğunu, bu dönemde çocukların doğru beslenme alışkanlıkları kazanması, yeterli ve dengeli beslenmelerinin önem taşıdığını vurgulayan Çom, çocukluk dönemindeki hatalı beslenme alışkanlıklarının büyüme ve gelişme yanında okuldaki performansı da olumsuz etkilediğine işaret etti.Çom, bu dönemdeki hatalı beslenme uygulamalarının ileride de devam ettiği için kalp hastalığı, yüksek tansiyon ve Obezite için de temel risk faktörü oluşturduğuna dikkati çekti. Yaptıkları araştırmalara göre, “ülkede yetersiz beslenmenin ekonomik güçlüklerden ziyade, bilgi eksikliği ve uygulamada yapılan hatalardan kaynaklandığını” ileri süren Çom, şunları kaydetti:“Ülkemizde görme engellilerin de toplumda yaygın olduğu şekilde beslenme ve sağlık konularında yeterli bilgi sahibi olmadığını ve bunun bu kişilerin sağlık durumunu olumsuz yönde etkilediğini düşünüyoruz. Eğitim herkes gibi görme engelliler için de büyük önem taşıyor. Bu kişilerin kendine yeterli, toplumla kaynaşabilen, üretken ve özgür hale gelmeleri ancak eğitimle mümkün olabilir. Sağlık Bakanlığı olarak 2004'den beri toplumun beslenme ve fiziksel aktivite konusunda bilgilendirilmesine yönelik bir Program yürütüyoruz. Bu kapsamda, görme engelliler için de bu projenin hayata geçirilmesine karar verdik.”Bunun ilk adımı olarak, daha önce Sağlıklı Beslenme davranışının geliştiği önemli bir dönem olan ilköğretim çağındaki çocuklara yönelik bastırılan “İlköğretim Çocukları İçin Sağlıklı Beslenme” kitabı ile orta öğretim kademesindeki öğrenciler için 24 ayrı konuda hazırlanan “Sağlıklı Beslenme ve Fiziksel Aktivite Broşürleri”nin, Görmeyenler Kültür ve Birleşme Derneği ile iş birliği yapılarak Brail alfabesiyle basıldığını bildiren Çom, daha ilerde sesli kitapların da hazırlanacağını belirtti.Bin 100 adet basılan kitap ve broşürlerin, görme engellilerin eğtim gördüğü ilköğretim okullarına dağıtılacağını bildiren Çom, ihtiyaca göre bu sayının artırılabileceğini söyledi. Çom, “Kitap ve broşürler, görme engelli okul çağı çocukların sağlıklı beslenmenin yanı sıra daha hareketli bir yaşam tarzı benimsemeleri, fiziksel aktivite düzeylerinin artırılması ve bu konuda desteklenmeleri yönünde bilgiler içeriyor” diye konuştu.SAĞLIKLI BESLENİYOR MUYUM?“İlköğretim Çocukları İçin Sağlıklı Beslenme” kitabı, “Sağlıklı besleniyor muyum?” sorusuna yanıt arayarak başlıyor. Kitapta, ayrıca besinler ve besin ögeleri, besinlerle ilgili bilgiler, öğünler, örnek menüler, ana ve ara öğünler, güvenli besin, enerji dengesi ve yaşa göre büyümenin nasıl olması gerektiği ile ilgili bilgiler içeriyor.24 broşürlük seriyi kapsayan “Sağlıklı Beslenme Broşürleri” ise “Yeterli ve Dengeli Beslenme”, “Besinlerin Satın Alınması”, “Besinlerin Hazırlama, Saklama ve Pişirme İlkeleri”, “Kahvaltının Önemi”, “Sağlık İçin Sağlıklı Süt İçin”, “Gebelik ve Beslenme”, “Emziklilik Dönemi ve Beslenme”, “Bebek Beslenmesi”, “Okul Öncesi Çocuklarda Beslenme”, “Okul Çocuklarının Beslenmesi”, “Ergen ve Beslenme”, “Yaşlılık ve Beslenme”, “Fiziksel Aktivite ve Sağlık”, “Şişmanlık (Obezite)”, “Kanser ve Beslenme”, “Menapoz, Osteoporoz ve Beslenme”, “Kalp-Damar Hastalıklarında Beslenme”, “Diyabet ve Beslenme”, “Kronik Böbrek Hastalıkları ve Beslenme”, “Besin Alerjileri”, “Spor ve Beslenme” konuları ile beslenme hakkında sık sorulan sorulara verilen yanıtlardan oluşuyor.
Görme engellilere özel broşür

İstanbul haritaları Rahmi Koç Müzesi nde


2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul'un, 1422-1922 yılları arasını kapsayan haritalarının toplandığı kitap, Ağaoğlu Şirketler Grubunun desteğiyle Dr. Ayşe Yetişkin Kubilay tarafından yazıldı.
Bir grup İstanbul sevdalısının kişisel birikimleri, yıllar süren özel çabalarıyla hazırlanan ve 100 haritadan oluşan kitabın tanıtımı 19 Ocak'ta yazarı Dr. Ayşe Yetişkin Kubilay, yayımcı Denizler Kitabevinin editörü Ülkem Özge Sevgilier, kitabın danışmanı Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Ağaoğlu Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu'nun katılımıyla Rahmi Koç Müzesi'nde gerçekleştirilecek.
Toplantı sonunda "İstanbul Haritaları 1422-1922" kitabından seçilen nadide haritaların yer aldığı Sergi de sanatseverlerle buluşacak
İstanbul haritaları Rahmi Koç Müzesi'nde

Ağca nın tahliyesi dünya kamuoyunu umutlandırdı


Agence France Presse:
Ağca Roma Katolik Kilisesi’nin liderini öldürmeye çalışan adam olarak tarihe geçecek. Her ne kadar bu suikasta neden teşebbüs ettiği hala ortaya çıkmamış olsa da Ağca’nın bir deli mi yoksa kurnaz bir tetikçi mi olduğu tartışılıyor. Papa İkinci Jean Paul anılarını anlattığı kitabında saldırının planlı ve destekli olduğunu, Ağca’nın sadece bir kukla olduğunu yazmıştı.

The Associated Press:
Papa suikastı zanlısı Mehmet Ali Ağca hapiste geçen 29 yılın ardından tahliye edildi. Vatikan sözcüsü Federico Lombardi Ağca’nın salıverilmesiyle ilgili açıklama yapmayı düşünmediklerini ifade etti. Saldırının sebepleri hala karanlıkta ancak geçmişte İslami meselelerle bağlantılı olduğu belirtilmişti. Ağca ilk tutuklandığı zaman saldırıyı tek başına gerçekleştirdiğini söylemiş, sonra Bulgaristan’ın ve Sovyetler Birliği’nin istihbarat kurumu KGB’nin saldırının arkasında olduğunu açıklamış, sonra bu açıklamasından geri adım atmıştı. Bu çelişkili ifadeler savcıları sinirlendirmişti.

Reuters:
Hapisteyken Reuters’a mektup gönderen Ağca, Papa 16’ıncı Benediktus’la görüşmek ve Papa İkinci Jean Paul’ün mezarını ziyaret etmek istediğini açıkladı. Ağca, serbest bırakılmasının ardından Papa’ya yönelik saldırıyla ilgili soruları cevaplayacağını ve Kremlin’in Bulgar hükümetini suikast girişiminde kullanıp kullanmadığına ışık tutacağını belirtti.

The Times:
Yaklaşık 30 yıl önce Papa İkinci Jean Paul’ü öldürmeye teşebbüs eden suikastçı Mehmet Ali Ağca’nın bugün hapisten çıktıktan sonra, suikastın KGB’nin planı olup olmadığı konusundaki tartışmalara açıklık getirmesi bekleniyor.

BBC:
Ağca geçtiğimiz yüzyılın en esrarengiz olaylarından birini aydınlatmak zorunda: Modern zamanların en güçlü Papasını öldürmeye neden teşebbüs ettiğini. Yaptığı bütün tuhaf açıklamalardan sonra anlatacağı hikayenin çok ikna edici olacağını söylemek mümkün değil. Çok az insan Ağca’nın tek başına hareket ettiğine inanıyor ancak bugün ne anlatırsa anlatsın, Papa’nın vurulmasının perde arkasını öğrenemeyeceğiz.

New York Times:
Ağca hapiste geçirdiği yıllar boyunca herhangi bir örgütle bağlantılı olduğunu kabul etmemiş olsa da, aşırı milliyetçi grup Bozkurtlarla bağlantılandırılmıştı. Türkler Ağca’nın 1981’de yaşananlarla ilgili net bir açıklama yapacağından şüphe ediyor. 1979 yılında İstanbul Emniyet Müdürü olan ve Ağca’yı sorgulayan Hayri Kozakçıoğlu, “Senaryolar yazdı, olayları karıştırmak için her gün yeni karakterler yarattı. Dolayısıyla bugün söylediklerine inanmak için bir sebep göremiyorum.

ANSA:
Ağca'nın kapsamlı bir basın toplantısı yapması zayıf bir ihtimal. Çünkü Ağca’ya para karşılığında kitap yazma, özel söyleşi ya da Film önerisinde bulunan şirketlerin, genel bir basın toplantısıyla uzun açıklamalar yapma konusuna sıcak bakmıyor.

La Repubblica:
Mesihlik iddiasında bulunmaya devam eden Ağca avukatları aracılığıyla bugün dağıttığı mektupta, "Bu yüzyılda tüm insanlar ölecek. Ben ebedi kurtarıcıyım" dedi. Katolik olan eski terörist, birçok kez Papa suikastına ilişkin yeni açıklamalar vaadinde bulundu. Bu tüyler ürpertici olayı kitaplaştırma arzusunu da dile getirmişti.

La Stampa:
Ağca kendine bir İtalyan eş bulmak ve Papa İkinci Jean Paul'ün kabrini ziyaret etmek istiyor.Serbest kalan Ağca Vatikan'a gitmek istiyorum dedi.

Le Soir:
Ağca "esrarengiz mesih" görüntüsünü sürdürüyor. İtalya ve Türkiye'de toplam 29 yıl hapis yattıktan sonra tahliye edilen Ağca’nın, cazip öneriler sunan bazı cömert basın organlarına açıklamalarda bulunmasın bekleniyor. Ancak ömrü yalan söylemekle geçen bir kişinin anlattıklarına inanmanın zor.

Ağca'nın tahliyesi dünya kamuoyunu umutlandırdı

Google ın Çin den çıkması daha avantajlı


New York Times gazetesinde yayımlanan bir Haber analizde, gelirinin çok küçük bir bölümünü oluşturduğu için Çin’deki operasyonlarını durdurma tehdidinde bulunduğuna dikkat çekildi.

Google’ın küresel satışlardan elde ettiği gelir 22 milyar dolarken, şirket Çin’de yalnızca 300 milyon dolar kazanıyor.

Buna ek olarak, Google’ın ülkedeki işlerini yürütmek için 600 kişiyi istihdam etmesi gerekiyor. Hatta bu kişilerin büyük bir çoğunluğunu yüksek ücretlerle çalışan mühendisler oluşturuyor.

Ancak şirket Çin’i büyüme potansiyeli yüksek bir piyasa olarak gördüğü için buradaki operasyonlarına yönelik büyük umutları var. Hatta Google CEO’su Eric E. Schmidt, Çin’in operasyonlarını internet üzerinden yürüten Şirketler için güçlü bir pazar haline geleceğini dile getiriyor.

Öte yandan, Google’ın geniş bir Dijital kitaplık ve kitap mağazası açacak olmasına kızan Çinliler, şirketin bireysel yazarların haklarını çiğnediğini iddia ederek Google korsan saldırılar da bulunuyor.

Google ise Gmail ve diğer hizmetlerinin güvenilirliğini korumak için sıkı Güvenlik önlemleri almakla eleştiriliyor. Hatta Pekin hükümeti şirketlerin operasyonlarında anti tröst soruşturmaları bile başlattı.

ÇIKMAK DAHA AVANTAJLI
Öte yandan, analistler Google’ın Çin’de kalmaya devam etmesi durumunda hem ününün zarar göreceği ve zarar edeceğini söylüyor.

Haber analizde, Google’ın Çin’den çıkma kararında finansal çıkarlarının rol oynadığı iddialarına şiddetle karşı çıktığı belirtilirken, şirketin yasal işlerinden sorumlu yöneticisi David Drummond, bir piyasada kalmak için finansal temelli kararlar almayacaklarını, böyle bir şeyin şirket politikalarına göre kabul edilemeyeceğini belirtti.

Bazı analistler ise, Google’ın prensipli bir tutum sergileyerek, ülkeden çıkmasının maliyetini kaldırabileceğine inanıyor. Uzmanlar Google’ın Çin’in en büyük arama motoru olan Baidu ile rekabet etmekte zorlandığından, çok fazla kazanç elde edemediğini söylüyor. Hatta Google’ın ülkeden çıkmak adına son saldırıları güzel bir bahane olarak kullanabileceği konuşuluyor.

Haber analizde, şirketin bütün bu önerilere karşı çıktığı belirtilirken, Google Çin’deki kazancının düşük olmasına rağmen, iş modelinin büyüdüğü ve şirketin son çeyrekte Çin’deki kazancının yükseldiğine dikkat çekiliyor.

Öte yandan Çinli şirketler reklamlarını genelde şirketin Amerika merkezli sitesine verdikleri için, Google’ın bu ülkedeki arama motorunu kapamasının maddi zararının çok büyük olmayacağı belirtildi.
Google'ın Çin'den çıkması daha avantajlı

Edebiyat ve sinema Tolstoy a bakıyor


Tolstoy’un kitapları Batı dillerine yeniden çevriliyor, paneller, sempozyumlar, kitap fuarları düzenleniyor. Hollywood da Tolstoy’un hayatını anlatan The Last Station (Son İstasyon)’la kervana katıldı bile.
TÜRKİYE, 2010’un gelişiyle İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti oluşunu kutluyor fakat tüm Dünyanın ortak paydada buluştuğu bir başka kutlama, bir başka Kültür Sanat gündemi var: 2010, Rus yazar Lev Tolstoy’un ölümünün 100. yılı. Bu kapsamda Almanya ve ABD’de, Anna Karenina yeniden çevriliyor, Küba ve Meksika’da Tolstoy adına kitap fuarları düzenleniyor. Rusya ise bütün dünyada gösterilecek siyah beyaz bir belgesel için arşivlerini açıyor. Pek tabii Hollywood da bu gündemi ıskalamıyor. Michael Hoffman’ın yazıp yönettiği The Last Station (Son Durak), Tolstoy ile eşi Kontes Sofya’nın ilişkisine odaklanıyor. Filmde Tolstoy’u Christopher Plummer, Sofya’yı ise Helen Mirren canlandırıyor. Tolstoy’un ilham kaynağı, üç çocuğunun annesi ve Savaş ve Barış’ı altı kez baştan yazacak kadar işine kendisini adamış asistanı Sofya, kocasının vasiyetini değiştirmesine tepki gösteriyor. Çünkü Tolstoy eşinin tüm emeğini ikinci plana atıp servetinin Rus köylüler arasında paylaştırılmasını istiyor. Biz de Kontes Sofya’nın Tolstoy’u kararından caydırmak için başvurduğu yolları izliyoruz. Beyazperdeye yansıyacak bu öykü, Tolstoy’un dehasını ne kadar anlatacak göreceğiz. Ama Guardian, 6 Ocak’ta yayınlanan ekinde, “Tolstoy bütün zamanların en iyi yazarı mıydı?” sorusunu Avrupalı yazarlara sordu ve cevap bulmak için filmin vizyona girmesini beklemediğini gösterdi.İşte Guardian’daki cevaplar? Philip Hensher: Tolstoy, kesinlikle tüm zamanların en iyi romancısıdır. Onu üstün kılan, romanlarındaki karakterlerin büyümesine izin vermesidir. Değişirler, farklı tepki vermeye başlarlar, fakat durup düşününce, hâlâ aynı insan olduklarını fark edersiniz. Bunu nasıl yapıyor bilemiyorum. Tolstoy’dan, başka bir yazardan öğrenebileceğinizden çok daha fazlasınıöğrenirsiniz. ? Tom Keneally: Tolstoy 19. yüzyılda yazan en büyük yeteneklerden biridir. Yeteneği insanı kızdıracak boyutlardadır. Şimdilerde hepimizin mütevazı bir düzeyde kullanmaya çalıştığı ve başaramadığı yazar hilelerini o parmağında oynatır. Tüm zamanların en iyi romancısı mı? Bence Dostoyevski de en az onun kadar iyi. Fakat Edebiyat bir Spor müsabakası değildir. Birinci, ikinci olmaz. Bu yüzden sadece şu kadarını söyleyelim: Tolstoy insanüstü bir yeteneğe sahipti ve ne mutlu bize ki, birçok eser bırakacak kadar uzun yaşadı.? A. S. Byatt: Tolstoy’u olağanüstü kılan hayal gücünün asla cesaretini yitirmemesidir. Koskoca bir dünyası vardır ve karakterleri de bu dünyada Tolstoy’dan bağımsız yaşar. Onlar yazarın kuklası değildir. Öyle ki bazılarını o bile onaylamaz; mesela Anna Karenina. Onun varlığını kutlarken, çevirmen Constance Garnett’in varlığını da kutlamalıyız. Çünkü o İngiliz romanını ve İngiliz okurunu, büyük Rus yazarları dilimize çevirerek değiştirdi.? Marina Lewycka: Savaş ve Barış’ı ilk okuyuşumu hâlâ hatırlarım. 20 yaşındaydım ve yazar olmak istiyordum. Sorun şu ki, Tolstoy’u idolünüz yapınca, elinize kalem almak zorlaşır. Tolstoy gibi olmaktan vazgeçene kadar yazamadım ve bu uzun zamanımı aldı.
Klasik romanın anıt ismi
Christopher Plummer’ın Tolstoy’u, Helen Mirren’in ise eşi Sofya’yı canlandırdığı filmden bir sahne. Sadece Savaş ve Barış veya Anna Kerenina ile insanlığın ortak hafızasına kaydedilen Lev Nikolayevic Tolstoy, 28 Ağustos 1828’de doğdu. Annesini küçük yaşta kaybetti. On beş yaşında Voltaire’i ve Rousseau’yu okudu. İlk hikâyesinin yayımlanmasının ardından dönemin tanınmış yazarlarından biri oldu. Başta Dostoyevski olmak üzere kendisinden sonra gelen bütün yazarları etkileyen Tolstoy, 20 Kasım 1910’da öldü.
GÜNÜN AJANDASI
Vapurlar sevilmez mi
Vapurları Seven Çocuk. Hem hikâyeler, hem de hikâyelerin resimleri Behiç Ak’a ait. Bu nedenle, görsel açıdan keyifli bir kitap. Hele yalılar ile Boğaz vapurları arasında, yaprak sarma, ıspanaklı börek, dut reçeli değiş-tokuşu var ki harika! www.gunisigikitapligi.com
Psikeart
Memleketİmİzİn olduğu kadar yer-yüzünün de ezeli sorunu: Muhtemelen bu nedenle, ‘Narsizmin mümbit toprakları’ diyor Murat Paker. Tarık Tufan ise ‘Sen sensin, ben de benim’ diyerek, aynayı farklı bir açıya ayarlıyor. Aynalar ise giderek daha fenalık! www.psikeart.com
İstanbul’a bakmak
‘Ressamların Gözüyle İstanbul.’ Sunan Peyami Gürel, konuk olan Nevbahar Aksoy ve Semiha Binzet. İstanbul’a bakıyorlar, İstanbul’dan bakıyorlar. Hatırlayan çıkacaktır elbet, Orhan Veli dinlemiş, Münir Nurettin Selçuk, ünlemişti. İnleyen de vardır herhalde. 20 Ocak, Saat 18.00, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi.
Muharremiyye
Bu bir matem konseri, bir tür raquem, Hz. Hüseyin’in katline ağıt. İslam tarihinde yüzyıllardır pansuman kabul etmeyen ve hâlâ kanayan en büyük yara bu. Ne şiirler söylendi, ne semahlar yakıldı, ne Mansur’lar yüzüldü, bilen bilir. Bilmeyenler için dervişlerdeki gönül kırıklığı. Cemal Reşit Rey konser Salonu, Salı, 20.00. (0212) 232 98 30.

Edebiyat ve sinema Tolstoy’a bakıyor

Apple ın sürprizi bozuldu mu?

Apple uzun süredir hakkında açıklama yapmadığı meşhur Tablet'ini yarın tanıtacak. Ancak tam tanıtmak üzereyken internete bu yeni ürünün görüntüleri sızdı.

Twitter üzerinden yayınlanan ve olay olan bu görüntü oldukça gerçekçi. Bu kadar gerçekçi olması da acaba sahte mi sorularının ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Fotoğrafta görünen ultra ince bir tablet, üstünde durduğu MacBook Pro işe boyutlarını kıyaslayabilirsiniz.

Bu görüntü gerçek mi, değil mi yarın ortaya çıkacak. Ancak ikinci bir olay daha var, Flurry ölçüm firmasından yönetici Peter Farago, Apple'ın Cupertino kampüsleri içerisinde 50 yeni Apple tablet yazılımı imzalı uygulamanın tespit edildiğini birdirdi. Bu yazılımlar Haber, kitap, streaming Video, sosyal ağlar ve özellikle yolculuklarda vakit geçirme üzerineymiş. Pek çok multiplayer Oyun olduğu aktarılıyor.

Apple'ın bu ürünü de iPod ve iPhone popülaritesine ulaşabilecek mi? Tabletlerin vakti geldi mi? Çok yakında öğreneceğiz.


Bilgi için: Bilkom / Apple
Telefon: (216) 554 90 00
Apple'ın sürprizi bozuldu mu?

İslam aleminden 1001 İcat

Londra Bilim Müzesi'nde bu hafta açılan sergide, 700-1700 yılları arasındaki bin yıllık döneme ait, Ortaçağ'da Arap doktorların, gökbilimcilerin kullandığı araç gereçten, 13. yüzyılda bugün Türkiye'de bulunan Cizre'de yapılmış bir saate kadar bir çok ilginç Tasarım var.




Filli saat, aslında serginin en dikkat çeken parçalarından. 1206'da tasarlanıp yapılmış olan orijinal saatin maketi, altı metre yüksekliğinde.

Dev bir fil yontusunun üzerine oturtulmuş saatin akrep ve yelkovanı ejderhalara benzetilmiş. Ayrıca saat başlarının vuruşuyla birlikte hareket eden sarıklı bir takım robotlar var. Saat, daha önce antik Yunan'da da kullanılan bir su düzeneğiyle çalışıyor.




Serginin hem fikren doğuşunda hem fiilen gerçekleşmesinde önemli rol oynayan Profesör Salim el Hasani bu tasarımı şu sözlerle anlatıyor:"1200'lerde, Türkiye'nin güneyinde; Irak'ın biraz kuzeyinde bulunan Cizre'de, İsmail Ebul aziz Bin Rezzaz El Cizirî tarafından tasarlanıp yapılmış. Çeşitli medeniyetlerin, insanlığın gelişmesine katkısını sembolize ediyor. El Cizirî kendi yaşadığı yerin doğal ortamında böyle bir hayvan olmamasına rağmen, saati bir filin üzerine oturtmuş, bu Hint medeniyetini simgeliyor. Filin karnına yerleştirilen ve saati çalıştıran su düzeneği antik Yunanı, inip çıkan ejderhalar Çin'i, sarıklı robotlar İslam dünyasını, kalenin üzerinde duran Zümrüd-ü Anka kuşu da antik Mısır medeniyetini temsil ediyor. Kısacası medeniyetler saati diyebiliriz buna..."

Filli saat sergideki en ilginç parçalardanProfesör Hasani aslında sergilenenlerin "İslam bilimi diye nitelenmesine de karşı. "Çünkü, bilim bilimdir. Bilimin Hristiyanı, Müslümanı, Yahudisi olmaz. Müslüman fizik, Hristiyan fizik ayrımı yoktur mesela." diyor.




"Ama, bizim burada vurgulamak istediğimiz, tarih boyunca, dini inançları ile Bilimsel araştırma arasında herhangi bir çelişki görmemiş çok sayıda Müslüman bilim adamı olduğudur. Bilim, Çinli, Hintli, Yunan, Müslüman, Hristiyan, Musevi herkesçe geliştirilmiş ve birbiriyle uyum içinde alıp verilmiştir. Bu serginin ana fikri de bu. O nedenle belki sergiye, "İslamî bilim" değil, "İslam aleminde bilim" demek daha doğru olacaktır."

Serginin bir amacı da genç nesilleri bilime yönelmeye teşvik etmek, bu nedenle eserlerin hem eğitici hem de eğlendirici olmasına çalışılmış.




BİLİM MÜZESİNİN KOLEKSİYONU DA VAR


Sergi Londra Bilim müzesinin kendi koleksiyonu değil, ama Müze de sergiye bir kaç parça eklemiş. Bilim Müzesi'nin yöneticilerinden Yasmin Han için sergiye sundukları cam imbik, değerli parçalardan biri.

Orta Doğu'da türünün bugüne kadar kalabilmiş en eski örneklerinden biri olan 10 ila 12. yüzyıl eseri imbiğin kimyasal damıtma işlemlerinde, özellikle Parfüm üretiminde kullanıldığı düşünülüyor.

Bunlar arasında yıldızların yerlerini gösteren ve kıblenin yönünün ve namaz saatlerinin belirlenmesinde kullanılan bir disk şeklindeki usturlaplar da var. 17. yüzyıldan kalma Cebir'in tarihini anlatan bir kitap da Han'ın gururla tanıttığı parçalardan.




"El cebir aslında arapça bir kelime, dengenin kurulması, denklemin eşitlenmesi anlamına geliyor. Yazar John Harris, kitabında nefis bir dille cebirin nasıl medeniyetten medeniyete geçtiğinin hikayesini anlatıyor. Hindistan'dan, Farslara, oradan Araplara, giderek Avrupa'ya ve İngiltere'ye kadar yolculuğunu takip ediyor."




Peki İslam alemi, nasıl oldu da yüzlerce yıl bilimde oynadığı öncü rolü kaptırdı? Profesör Salim el Hasani bilimsel gelişimi bir döngü olarak tarif ediyor.

"Bilimin tarih içinde, medeniyetler arasındaki seyahati, tamamen kendine özgüdür. Sıra Avrupa'ya, Avrupa rönesansına gelmişti bu döngü içinde. Kuşkusuz tarihin döngülerinin yanında başka faktörler de vardır ve uzmanlar bunlar üzerinde durabilir."




"Ama biz bu sergiyle, yüzlerce yıl önce sağlanmış ilerlemelerin hala ne kadar heyecan verici olduğunu, yeni kuşakların günlük yaşamlarını hala nasıl etkilediğini, bir yandan onlara ilham verdiğini bir yandan da başka kültürleri, halkları ve tarihi daha iyi anlamalarına yardımcı olduğunu göstermeye çalıştık."


İslam aleminden 1001 İcat

Gaziantep yemekleri kitap oluyor

GAZİANTEP - Türkiye'nin en zengin mutfaklarından birine sahip olan Gaziantep'te ev kadınlarının yöresel Yemek Tarifleri kitapta toplayacak.
Sahan Restoranları'nın sahibi Tahir Tekin Öztan, İstanbul'da bir müşterisiyle yaşadığı diyalog sırasında Gaziantep yemeklerinin tamamının yazılı olduğu bir kitap bulunmadığını fark ettiğini ifade ederek, bunun üzerine bir çalışma başlattığını ve oluşturdukları dört kişilik bir ekibin Gaziantepli 60 yaş ve üstü ev kadınlarıyla görüşerek yöresel yemeklerin tariflerini görüntüleyip, fotoğrafladığını bildirdi.
''Gaziantepli kadınlar yemek tariflerini genelde Gaziantep şivesiyle yapıyorlar. Kitabın oluşturulmasının yanı sıra, Gaziantep'in şivesiyle anlatılan yemek tariflerinin bulunduğu bir CD de kitapla birlikte hazırlanacak'' diyen Öztan, bu şekilde Antep şivesinin de ölümsüzleşmesini sağlamak istediklerini söyledi.
Kitapta yemek tariflerinin yanında hangi mevsimde hangi yiyeceklerin tüketildiği, yemeklerin yapımında kullanılan araç ve gereçler gibi bilgilere de yer vereceklerini açıklayan Öztan, şöyle konuştu: ''Gaziantepli kadınların bütün gün evde neler yaptıklarını yazdık. Tek tek bunları belirledik. Çünkü bunların hepsi inanın 100 yıl sonra unutulacak. Kadınlar eskiden evin ekmeğini yapardı, salçasını yapardı, şiresini çıkarırdı, kuruluğunu yapardı, sabah akşam çalışırlardı. Bunları yazalım, bunları resimleyelim, bunları belgeleyelim ki, hiçbir zaman bunlar unutulmasın. Çünkü biz bu topraklarda yaşadık bu topraklarda büyüdük. Bunları kayıt altına alan mükemmel bir kitap oluşturmaya çalıştık.''
KİTABA GİRECEK TARİFLERE KOMİSYON ONAYI İki yıldan bu yana yaptıkları çalışmalar sonucunda yaklaşık bin kadınla görüştüklerini ve yemek tariflerini topladıklarını belirten Öztan, ''Ancak, kitabın yayımlanmasının ardından, 'Bu yemek Gaziantep'e ait değil ya da bu yemek böyle yapılmaz' şeklinde eleştirilerin önüne geçmek için akademisyenler, yazarlar ve Gaziantep'te yaptıkları yemeklerle iddialı olan ev hanımlarından oluşan bir komisyon kurduk. Bu komisyon yemek tariflerini inceledi, kendi aralarında tartıştı ve daha sonra tarifin kitaba konulup konulmayacağına karar verdi'' dedi.
Bu yılın ortalarına doğru kitabı yayımlamayı planladıklarını belirten Öztan, ''Bence çok güzel bir kaynak olacak. Bundan maddi bir beklenti içinde değilim. Gaziantep'e yaptığım yatırımda da bu düşünce içindeydim. Bu, bir şahsın değil bütün Gaziantep'in kitabı olacak. Herkesin emeği var. Bu kitabın dünyada da ödül almasını istiyoruz'' dedi.
ANTEP YEMEKLERİ KADINLARI SOSYALLEŞTİRİR Antep yemeklerinin kadını sosyalleştirdiğinE, bazı yemekleri kadınların yardımlaşarak yaptığına dikkati çeken Öztan, sözlerini şöyle tamamladı: ''Şu anda plazalarda, apartmanlarda oturan insanlar birbirlerini tanımıyor, ama, Gaziantep'te 7-8 komşu bir araya gelip yuvalama yapıyor. Bir Alışveriş, bir sosyalleşme oluyor. Kimse bu gözle olaya bakmıyor. Örneğin bir evde şire yapılacağı zaman bütün komşular, sülale yardıma gelir. Bizim yemeklerimiz yalnız lahmacun ve kebap değil, ev yemeklerimiz çok zengin. İnsanlar arasında komşuluk ilişkilerini geliştirerek sosyalleşmeyi de sağlıyor.''
SAĞLIKLI Beslenme REÇETESİKomisyonda yer alan yazarlardan Serpil Ocak da kendisinin Gaziantep'te yemek kitabını ilk çıkaran yazarlardan olduğunu, böyle bir çalışma içinde bulunmaktan mutluluk duyduğunu söyledi. Ocak, ''Güzel bir iş çıkacağını tahmin ediyorum. Gaziantep'in bütün yemekleri, tarihçesi ve her şeyiyle birlikte burada yer alacak'' dedi.
Yazar Özge Özsabuncuoğlu da ''Bu kitap bire bir yaşlıların ağzından alınan tarifleri içeriyor. Şimdi Diyet uzmanları, 'eskiler nasıl besleniyorsa öyle beslenelim' diyorlar. Bu kitapta ona öncülük edecek'' diye konuştu.
Kendisinin de iyi yemek yaptığını belirten araştırmacı, yazar Akten Köylüoğlu, ''Hazırlanan bu kitabın bence Sağlıklı Beslenme reçetesi olarak kabul edilmesi lazım, çünkü Antep yemeklerinde sebze bol tüketilir. Sanki herkes devamlı kebap yiyormuş hissi var insanlarda. Bizim pikniklerimizde bile eskiden bu kadar ne kebap yenilirdi ne de insanlar böyle obezdi. Çok özel günlerde kebap yapılırdı. Şimdi her hafta kebap yapılıyor. Bu yanlış bir beslenme tarzı. bizim bu kitapta verdiğimiz beslenmeler sağlıklı beslenme reçetesi olarak kabul edilmeli'' dedi.
Gaziantep yemekleri kitap oluyor

Kur ân-ı Kerîm i 5 yılda elle yazdı

İSTANBUL - Fırat Kültür Merkezi'nde düzenlenen toplantıda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın insana özel hitabı ve ilahi ikramı olduğunu belirterek, "Kur'ân-ı Kerîm'e muhatap olmak şereflerin en yücesi, Peygamberin sünnetine nail olmak en büyük itibar, en büyük imtiyazdır" dedi.
Kur'ân-ı Kerîm'in insanın kendisiyle buluşması olduğunu ifade eden Bardakoğlu, şöyle devam etti:
"Biz Kur'ân-ı Kerîm'i okuyarak kendimizi tanırız, varoluşu tanırız, Allah'ın rızasına yönelik bir hayatın kalıcı olduğunu anlarız. Kur'an korunan ve koruyan bir kitaptır. Rabbimiz Kur'an'ı korudu, Kur'an da 14 asırdır bizi korumakta. Dünya hayatının her türlü yoldan çıkaran teklifine karşı dimdik ayakta durmamızı, sırat-ı müstakime yürümemizi sağladı. Kur'an'a her şeyimizi borçluyuz. O Kur'an bizi yanlışa düşmekten korudu, Rabbimizin rızasına yöneltti.
Gelin el birliğiyle Dünyanın kirine, pasına karşı gözüm üzü, kulağımızı tıkayalım. Gönlümüzü Kur'an'a açalım, hayatımız onunla istikamet kazansın. Böyle olduğu içindir ki 2010 yılını el birliğiyle Kur'ân-ı Kerîm'i ve Hazret-i Peygamberi anlama, kendi dünyamıza getirme yılı ilan edelim."
Bardakoğlu, hayatın en büyük zenginliklerinden birinin Kur'an'ı anlamak ve onun dediğini fark etmek olduğunu söyledi.
Kur'an'ın asıl gayesinin, insanı bu dünyada uyarmak ve yol göstermek olduğunu ifade eden Bardakoğlu "Bu kitap bir hayat rehberidir, hidayet kaynağıdır. Kur'an'ın yolunda gitmek hayatımızın en büyük itibar ve izzet kaynağıdır" diye konuştu.
Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, daha sonra Hüseyin Kutlu'ya çalışması dolayısıyla bir plaket verdi.
Kur'ân-ı Kerîm'i 5 yılda elle yazdı

Dersim in gizli raporu...

İSTANBUL - Kurtuluş Savaşı komutanlarından Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından çıkan, yazarı ve yayım tarihi tam olarak bilinmeyen ancak “gizli”, “kişiye özel” ve “kayıt altında” sadece 100 adet basılan 'Dersim Raporu', Türkiye tarihinin karanlık noktalarından birisi olan Cumhuriyet’in Dersim politikaları hakkında etraflı bir bilgi sunuyor.
Osmanlı’dan itibaren sorunlu bir bölge olarak görülen Dersim’de yaşanan ayaklanmaları, bunlara karşı girişilen askerî harekâtları, hükümet tarafından alınan önlemleri ve o günlerden raporun yazıldığı tarihe kadar konuyla ilgili olarak hazırlanan raporların hemen hepsini bir araya getiren kitap yakın tarihe ışık tutuyor.
Dersim'in 'gizli' raporu...

Türkiye nin Görsellik Tarihine Giriş

İSTANBUL - Akın Nalça Kitapları’nın yeni ürünü bir “ikiz kitap”. İki ilişkili ama farklı çalışma, aynı gövdeyi ayna imgesi gibi sırt sırta paylaştıkları için, bu kitap yayın dünyasının Siyam ikizlerini oluşturuyor: Uğur Tanyeli’nin yazdığı “Türkiye’nin Görsellik Tarihine Giriş” ile Ali Taptık’ın fotoğraflarından oluşan “İstanbul’u Resmetmek”...
Birincinin kuramsal olarak söylediğini, ikinci görsel belgelerle anlatıyor. Tanyeli’nin tasvir ettiği yüzlerce yıllık görsel üretim kıtlığına, Taptık yeni bir İstanbul resmederek, güncel bir zenginleşmeye işaret edip yanıt veriyor. Daha önce görselleştirilmemiş, hatta tekinsiz, korkutucu, alabildiğine yabancı ve uçsuz bucaksız bir İstanbul resmi ortaya koyuyor. Tanyeli’nin metni Türkiye’de dünün görsel üretim alışkanlıklarını anlatırken, Taptık’ın fotoğrafları görsel imkan ve taleplerin yaşadığı bugünkü açılıma dikkat çekmekte. Onlarda daha önce görmeye pek alışık olmadığımız, estetize edilmemiş, daha da önemlisi, bildik kentsel sorunlara indirgenmemiş bir başka İstanbul ya da İstanbullar var. Dolayısıyla, bu ikiz kitap, dünün görsellik üretimini minyatürden ibaret sananlara da, çağdaş görselliği güzel veya sorunlu çevre fotoğraflarından ibaret düşünenlere de farklı bir resim göstermek istiyor.
Türkiye’nin Görsellik Tarihi çok az yazılmış, üstelik, hemen daima sanat tarihi meselesi olarak ele alınmış ve orada da ender istisnalar dışında “sanatta Batılılaşma” sorunsalı çerçevesinde düşünülmüş bir konu. Bu kitaptaysa, fiziksel gerçekliğin bazı teknik araçlarla ifade edilmesi ve aktarılması meselesi olarak ele alınıyor. İlk bakışta çok geniş bir malzemeyle uğraşıldığı düşünülebilir. Tam aksine, kitap bu ülkede oldukça küçük bir görsel ürünler toplamı ortaya konduğundan söz ediyor. Kitabın ele aldığı sorunsallardan biri de zaten bu üretim azlığı. Çalışmanın hemen bütün bölümlerinde, görsel üretimin ortaya çıkma potansiyelinin bulunduğu her noktada nasıl ezildiği gösterilmek hedefleniyor. Ancak, ortaya konmaya çalışılan, böyle bir yoksunluk ve/veya kıtlığın ne denli acıklı olduğu değil, o mahrumiyete rağmen kimi kültür pratiklerinin nasıl yürütülebildiği. 16. yüzyıldan bugüne uzanan bir çerçevede öncelikle bu anlatılmaya çalışılıyor.
“Türkiye’nin Görsellik Tarihine Giriş”, resmetmeye, fotoğrafa ve her tür görsel teknolojiye değinirken, Osmanlı mimarlığının teknik arka planında yer alan, ancak ihmal edilmiş bir konuya de önemli yer veriyor. Osmanlı ölçüm teknolojisi tarihinin bilinmezlerini aydınlatmayı deniyor. Bu arada Mimar Sinan’ın yaşamını öyküleyen eski metinlerde adı geçen “havayi terazi” adlı bir arazi ölçüm aracının kullanımı da ilk kez bu kitapta (2. Bölüm’de) açıklanıyor. Böylelikle, Kırkçeşme suyolunun yapımı anlatılırken 16. yüzyıl belgelerinde varlığından söz edilen, fakat uzun zamandır ne olduğu saptanamayan bir aletin tanımlanması mümkün oluyor. Osmanlı mimarlarının meslek bilgilerinin içerik ve kökenine ilişkin olan çok dar tarihyazım birikiminin bu sayede bir ölçüde genişletildiği söylenebilir.
Kitabın tasarımını diğer Akın Nalça Kitapları’nda olduğu gibi bu kez de Bülent Erkmen üstlendi. O nedenle, bu ikiz kitap da öncekiler gibi, sadece içeriğiyle değil, tasarımıyla da söz söylemekte. Erkmen, Türkiye görsellik tarihini, biri görsellik üretimini yapan, ötekisi yapmanın toplumsal ve teknik arka planını tanımlayan iki öznenin, Taptık ve Tanyeli’nin karşıt ancak ayrı düşünülemez işleriyle kitaplaştırıyor. Görsellik üretiminin iki temel pratiğini, iki anlatım aracını, sözle resmi, tarih boyunca kavgalı o Siyam ikizlerini bir aradalığa mahkum ediyor. Veya binlerce yıllık bir mahkumiyete bir daha işaret ediyor.
Mekan ve sergileme tasarımı konusunda hizmet veren Terminal’in Kurucusu ve Genel Müdürü olan Akın Nalça’nın 2003 yılında başlattığı yayın projesi, bütün Tasarım disiplinlerine düşünsel ve kalıcı bir tartışma süreci sağlamayı hedefleyerek, her sene bir kitap yayımlamayı sürdürüyor.
Akın Nalça Kitapları’nın ilki, 2003 yılında yayımlanan, Bülent Tanju’nun kaleme aldığı “Mimarlıkta Sıfır Noktasını Aramak? Han Tümertekin’in Yapıları-Yaptıkları Üzerinden Mimarlık Okumaları” adlı yapıt olmuştu. Onu, Uğur Tanyeli’nin kaleme aldığı “İstanbul 1900-2000 – Konutu ve Modernleşmeyi Metropolden Okumak”, Faruk Ulay’ın “Sürekli Bir Yenilginin Gölgesinde – Grafik Tasarım Manifestosu”, Celal Üster’in derlediği tasarım üstüne 600’ü aşkın özdeyişten oluşan “Tasarımın Özüsözü” ve “Tereddüd ve Tekerrür – Mimarlık ve Kent Üzerine Metinler 1873-1960” takip etti.
Şimdi, 2010 Şubat’ından itibaren “Türkiye’nin Görsellik Tarihine Giriş: İstanbul’u Resmetmek” de, Akın Nalça Kitapları’nın altıncısı olarak kitapçılardaki ve kitaplıklardaki özel yerini almaya başladı.
'Türkiye’nin Görsellik Tarihine Giriş'

Can Kitabevi yeni yerinde...

İSTANBUL - İstanbul’un kültür merkezi Beyoğlu’nda açılan Can Kitabevi, Mimar Emir Uras’ın tasarladığı dekorasyonu ve zengin kitap seçenekleriyle yeni yerinde okurları bekliyor. İki kattan oluşan Can Kitabevi, okuma alanları, imza günleri ve söyleşiler ile de farklı bir kitabevi anlayışı sunmaya hazırlanıyor.
Kitabevinin giriş katında çocuklar için bütün çeşitlerin bulunabileceği özel bir bölüm ve yine onlar için çok satanlar, 100 temel eser, bilim-tarih bölümleri ve başka özel kitaplar yer alıyor. Çağdaş dünya yazarları, klasikler, Türk Edebiyatı, Fantastik, bilimkurgu, gerilim ve polisiye gibi birbirinden farklı hemen her konuda da kitaplar meraklılarını bekliyor.
Can Kitabevi yeni yerinde...

Temelkuran: Cümle kuramayan aşık olamaz

Yazıları üzerinden tanışan, birbirini seven, eylemlere giden insanlar var onun. Kimisi nişan davetiyesine bir yazısını alıyor, kimi cüzdanında çocuğunun ya da sevgilisinin fotoğrafının yanında gazeteden kestiği bir yazısını saklıyor. Onlar Ece Cumhuriyeti’nin birer üyesi.
Yazıları üzerinden insanları birbirine bağlayan Ece Temelkuran ise hayatla bağlı. Onun için hayat sadece yaşadığı ülke değil. Tüm insanların ortak acılarından, kederlerinden etkilenen bir dünya vatandaşı o. Her daim ezilenin yanında olup, onların acılarını paylaşsa da içinde bir yerde çocukluğunu saklayabilmiş ve gülüşüne yerleştirmiş.
“Muz Sesleri”ni yazmak için neden Beyrut’u seçtiniz? Aslında ben Beyrut’ta başka bir şey yazacaktım ama bu hikâye beni orada buldu. Beyrut’a gideyim ve kitap yazayım diye başlamadım çalışmaya. Aslında Oxford Üniversitesi’ndeki iki merkezle beraber; İslami Çalışmalar Merkezi ve Avrupa Çalışmaları Merkezi başka bir çalışma yapacaktım. Benim Hizbullah ile görüşmem gerekiyordu. Hizbullah’ın siyasi şura üyeleri, basınla ilişkilerini yürüten İbrahim Musavi, onlarla konuşurken bu hikâye geldi beni buldu. Ayrıca gazeteciliğe ara vermem gereken bir zaman olduğunu düşünüyordum çünkü hem Televizyon hem köşe yazıları yüzünden fazlasıyla bir tüketim nesnesi haline geldiğimi hissediyordum. Ana yurdum olan edebiyata gidip soluklanmam gerekiyordu ve bunu bana yaptıracak kadar güçlü bir hikâyeyi ancak Beyrut verebilirdi. İnsan ancak savaşla, ölümle iç içe olan bir ülkede bu kadar çatışmalı ve hakiki hikâyeler bulabiliyor. O yüzden Beyrut. Beni ancak o kandırabildi.
Ana yurdum edebiyata dönmem gerekiyordu diyorsunuz. Gazetecilikten mi sıkıldınız? Sıkıldığımdan değil ama köşe yazarlığının da gazeteciliğin de artık yanlış bir yerde olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin gündeminden yıprandım. O kadar tuhaf bir şey ki bu… Beyrut çok küçük bir şehir. Lübnan çok küçük bir ülke ama orada olanlar dünya ile ilgili, orada yaşayanlar da dünya ile ilgili insanlar. Bizim gündemimiz ise sadece bizi ilgilendiriyor ve bunu başka bir dile çevirmek çok zor. Bir İngiliz’e Ergenekon davasını anlatmaya çalışın bakalım yapabiliyor musunuz? Ben yapamıyorum. Bu da bizi fazlasıyla kendi hikâyemize mahkûm ediyor. Ben kendi hikâyeme mahkûm olmak istemiyorum. Orhan Pamuk’a vaktiyle çok eleştiri getirildi. Kimi zaman ben de eleştirel baktım ama şimdi daha iyi anlıyorum onu. Orhan Pamuk kendi hikâyesine mahkûm olmak istemeyen bir adam. Bu bir insan hakkı olmalı, kendi hikâyelerinden çıkıp gitmek. Beyrut’a giderek biraz da bunu yaptım. Bu Roman benim eve dönüş biletim gibi bir şey. Bütün kitaplarımı severek yazdım ama bunu ayrı seviyorum.
Kitapta unutmak üzerine bir cümle var. Siz Beyrut’a neyi unutmak için gittiniz? Benle ilgili bir şey değil. Kitaptaki çoğu şey benle ilgili değil zaten. Ama insanlar herhalde en çok kendilerini unutmak istiyorlar, zira bir ömürde bir hayat olma haksızlılığını ancak kendinizi unutarak başka bir şehre gidince yenebilirsiniz. Sanıyorum insanlar en çok bir önceki kendilerini unutmak istiyorlar ve bir sonraki kendilerini doğurmak için öyle bir tabula rasaya gidiyorlar. Beyrut’ta bunu sunan bir şehir çünkü hafıza ile ilişkisi çok karmaşık, heyecanlı ve problemli. Bu yüzden de hafızasıyla, unutmakla, hatırlamakla ilgili problemleri olanlara boş bir alan sunuyor. Beyrut’ta ne olmak istiyorsanız o olursunuz. Mesela piyanistler görürsünüz üçgen vücutlu. Adamın parmakları bile tuşlardan daha kalındır ve piyanist olduğunu söyler. Saksafon çalan adamlar görürsünüz günde üç paket Sigara içerler. O insanların söyledikleri kişiler olmadıklarını bilirsiniz ama kim olduklarını soracak kadar da zamanınız olmaz. Çünkü Beyrut başınıza öyle işler getirir ki bu an bütün anları ele geçirir. Sanıyorum herkes bu yüzden biraz Beyrut’a gidiyor.
Kitapta Ortadoğu’nun hikâyelerinin yağmalandığından bahsediyorsunuz. Türkiye’de bu bağlamda Ortadoğulu mu sizce? Aklıma Londra’da gördüğüm kitaplar geldiği için öyle bir pasaj var. Ortadoğu’nun hikâyelerini alıyorlar, yağmalıyorlar ve onları Amerika’daki ev kadınlarının okuyabileceği hale getirip satıyorlar. Bunu daha çok Batılı yazarların Ortadoğu’ya gelip yazdığı kitaplarda ya da Ortadoğu’daki yazarların Batı’ya sadece kendilerini anlattığı kitaplarda görebiliriz. Sadece Batıya yazdığınız zaman Ortadoğu’dakiler size gülüyor çünkü Komik oluyor. Bu gülüş, onlarla edilen bu alay Batıya ulaşmıyor. Dolayısıyla Batı kendi kendisine bir Ortadoğu hikâyesi dinleyip eğleniyor. Biz bunu sık sık yaşıyoruz. New York Times’ta ya da bir gazetede Ortadoğu ile ilgili son derece kaba anlatılmış hikâyeler okuyoruz ve onun öyle olmadığını biliyoruz. Sonrasında biraz kederli bir şekilde gülüyoruz. Sözünü ettiğim şey buydu ve bu bağlamda Türkiye’nin Ortadoğulu olduğunu düşünüyorum. Hikâyelerimiz oradaki halkların hikâyeleri gibi yağmalanmış ve döküntüleri bize geri satılmış. Bu bakımdan Ortadoğuluyuz.
Muz seslerini hakikaten duydunuz mu? Nasıl öğrendiniz muzların ses çıkardığını? Yok, duymadım ama var. 2006’da savaştan bir hafta sonra foto muhabir arkadaşım sevgili Yurttaş Tümer’le birlikte Lübnan’a gittiği zaman cahil cesaretiyle Güney Lübnan’a da gittik. Yollarda patlamamış bombalar ve bir sürü kontrol noktası vardı. Hizbullah’ın milisleri, Fransız askerleri, başka ülkelerin askerleri, BM askerleri var. O keşmekeş içinde baktım ki yolların kenarlarında muz tarlaları… Mavi torbalara alıyorlar muz hevenklerini. Onlar o torbalar içinde duruyorlar sessizce. Sonra bunu döndüğümde editörüm ve dostum Çiğdem Su’ya anlatırken annesi Özün Hanım, “Biliyor musun muzlar doğum yaparlar. Öyle çıkarlar ve tek tek ayrılırlar. Ayrılırken çuk çuk çuk sesler çıkar” dedi. Sonra ben Beyrut’a gidip romanı yazmaya karar verdiğim zaman bunu sormaya karar verdim. Beyrut’ta kimse bilmiyordu. Mihmandarımla Güney’e doğru indim . Muz tarlalarında durup orada çalışan insanlarla konuştum “Muzun sesi var mı” dediğim adamlar “çuk çuk çuk” diyerek o sesi taklit etmeye başladılar. O an gerçekten böyle bir şeyin varolduğuna emin olduk.
Yaşar Kemal’e kitabı okutmuşsunuz ve beğenmemiş ilk başta. Neler dedi size? Önce beğenmedi evet. Sonra ben Beyrut’tayken telefon etti. Yaklaşık yarım saat konuştuk ve dedi ki, “Bir daha yaz. Bir daha yaz. Korkma bir daha yaz.” Çünkü gazetecilikle edebiyata o kadar ihanet ettim ki beni geri almayacak sandım, onun için de romanı yazmaya çok korkak başladım. Sonra edebiyatın beni aldığını anlayınca birazcık daha kendim gibi yazmaya başladım. Yaşar Kemal’de tam o korkma sürecinde çok yardım etti ve tabii Ayşe Baban da… Beyrut’ta birazcık kalbim kırıldı ama iyi bir şey bu, kalbin kırılması.

Aşk nedir sizce? Bir iç savaştır Aşk bir neden arar kendine. Aşk bir kere başladıktan sonra başlangıcını hemen hızla unuttuğun ve ondan sonra boş bulduğun zamanlarda nedenini aradığın bir şeydir. Kavgalarda öyledir. Bir kere başladıktan sonra nedeni unutulur ve devam etmek için herkes bir neden uydurur. Çok fazla süt liman aşklardan bahsediliyor ya da öyle bir şeymiş gibi bahsediliyor aşktan. Türkçeyi konuşamayan bir Türkiye’de aşkın olacağına çok fazla inanmıyorum. Geçtiğimiz günlerde bir üniversitede konuk hoca olarak 4. sınıf öğrencilere ders verdim. Üç kelimelik bir cümle kuramayan son sınıf öğrencilerine baktım ve şunu düşündüm, bu adamlar politikadan hoşlanmıyorlar çünkü onlara öyle öğretilmiş. Bu ülkeyle ilgili değiller çünkü onların öyle olması istenmiş. Başka insanlarla, haksızlığa uğrayanlarla ilgili değiller çünkü öyle imal edilmişler. Peki, bu adamlar ya da kadınlar birini sevdiklerini ona nasıl söylüyorlar? Söyleyemezler zira cümle kuramıyorlar. Cümle kuramayan insanlar aşık olmazlar. Onların aşık olamayacaklarını düşünüyorum. Aşkları bir yanlışlıkmış gibi geliyor bana ya da dille ilişkim yüzünden böyle düşünüyorum. Çok sessiz de olabilir aşk. Sıfır ses, sessiz Sinema gibi ama hayatta yine de bir cümle kurmamız gerekir. Hayatla, yaşayarak, bir şey yaparak bir cümle kurmamız lazım. Bana kavramları bir araya getiremeyen insanlar aşk gibi karmaşık bir uygarlığın parçası olamazlar gibi geliyor.
Lübnan’daki öğrenciler ya da gençler siyasetle daha mı ilgili? Öyle bir ayrım doğru olmaz. Ortadoğu meseleleriyle kendi hayati bağları olduğu için daha ilgililer. Filistin’de bir olay oldu mu bizden daha çabuk ve bizden daha başka bir yerlerinden etkileniyorlar. Bunun sebebi hem Arap olmalarından hem de Müslümanlığın da daha farklı biçimde yaşamalarına bağlanabilir. Orada olanlar o coğrafyada bulundukları için, kendi yakın tarihleri ve bugünleri Ortadoğu’nun bugünüyle çok ilgili olduğu için daha hızlı sonuç veriyor. Şöyle bir siyasiliği var Beyrut’un, politikanın dışında bir hayat yok. Esasında var ama çok küçük bir alanda. Her şeyde Politika var, müzikte, aşkta… Örneğin gidip Dürzi bir kızı severseniz ve sizde diyelim ki Hıristiyansanız, ikinizin birlikte oturup yakın siyasi tarih çalışmanız lazım. Hem de çok karmaşık bir siyasi tarih. Bu anlamda aşkın içinde de çok politika var. Belki de benim tırnak içinde bir aşk romanı yazabilmemin tek olanağı da Beyrut’ta bir aşktan bahsetmekti. Çünkü içinde yeterince politika olan tek aşk benim bildiğim kadarıyla ancak Beyrut’ta yaşanır.
Sinema ile aranız nasıl? Kardeşimle olduğu gibi... Çok sık göremiyorum ama gördüğüm zaman çok mutlu oluyorum. İnan (Temelkuran) sayesinde biraz daha farklı filmler görme olanağım var. Çünkü o hiç kimse duymadan yönetmenleri bilir, çünkü o hiç kimse duymadan müzisyenleri bilir. O da bana getirdiği ve benim de onlara ayıracak ihtimamın olduğu zaman güzel filmler izliyorum. Bu sene Beyrut’ta olduğum ve kitapla uğraştığım için fazla Film izleyemedim. Inan’ın filmi dışında film göremedim.
Sinemaya değinmek istedim çünkü kitabın bir bölümünde Casablanca’ya atfı var… Ben herkesin bir Casablanca peşinde olduğunu düşünüyorum. Kendini feda edebilecek kederli bir hikâye. Çünkü yaşarken kederli olan şeyler sonra anlatılınca güzel hikâyelere dönüşüyor. Hayatın en büyük haksızlıklarından biri de budur, güzel hikâyelerinizin olması için kederli hikayeler yaşamanız gerekir. Casablanca’da o bakımdan var. Şimdi vuslatın ve hazın fazla önemsendiği bir çağdayız. Oysa güzel hikâyeler hazdan çıkmaz maalesef. Acıdan ve kederden çıkar.
Son dönemdeki özellikle TEKEL işçilerinin eylemleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Siyasi alternatifsizliğin yarattığı sarkastik bir ataletsizlik olduğunu düşünüyorum. Bu atalet de siyasi partilerle yakın zamanda aşılacak gibi durmuyor. Ben bu ara sendikaları aşan bir işçi hareketinin yolunu gözler durumdayım. Öyle bir hareketin olacağını gözlemlerime dayanarak tahmin ediyorum. Sendikalar o kadar iğdiş edildi ve bu siyasi kutuplaşmada öyle bir felç durumuna sokuldular ki, işçiler sendikalardan daha dinamik, daha çabuk örgütlenir ve tepki verir duruma geldiler sanki. Elbette onların bu örgütlenmesinde ve tepki vermesinde sendikaların rolü büyük ama önümüzdeki dönemde işçiler sendikaları aşacak düşüncesindeyim. Çok önemli bir şey oldu geçenlerde ve hükümet ilk kez geri adım attı. Bu zamana kadar bu hükümete hiçbir güç geri adım attıramadı, ne siyasi, ne sivil ne de Askeri güç. İlk kez, hem de hiçbir şeyi olmayan adamlar hükümete geri adım attırdılar. Kimse bunun altına çok fazla çizmedi. İlk kez hükümet geri adım attı ve durumlarını da iyileştirme sözü verdi. Daha da geri adım atacak. Ileride bugünleri, “o gün başlamıştı” diye anabiliriz. Tıpkı 2006’da taş atan çocuklar meselesi kimdir denirken, Kürt meselesi bugünden itibaren değişmiştir ve başka bir yöne gidecek dediğim gibi. Şimdi yeniden söylüyorum bugünleri hatırlayacağız. Bundan 5 yıl sonra 10 yıl sonra işçilerin hükümete bu kararı çıkarttırdıkları günü hatırlayacağız.
Taş atan çocuklar ne olacak? Nerelere gelecekler? Onların çocukları da taş atacak mı? Kürt siyasetinde, Kürt siyasi liderlerinin bile yönlendiremediği bir düş oluşuyor o çocuklar yüzünden. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi onu bilemiyorum. Evet, dışarıdan Arafat’ın yüzbaşıları gibi gözüken çocuklar var. Ama onlar kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar doğru örgütlenmediği ve iyilikle örgütlenmediği zaman çok yıkıcı bir güç olurlar. Ve yıkıcılıkla bir yere nasıl varılır bilemiyorum. Varamadık bugüne kadar. Iki gün, 48 saat içinde iki insan tanıdım. Birincisi Ankara’daydı, diğeri Adana’daydı. Bir adam dedi ki, “Ben militarist değilim, hâşâ. Ama ordumla gurur duyuyorum.” Adana’da dedi ki, “Ben şiddete karşıyım. Ama PKK olmasaydı…” Bu neredeyse o kadar karikatürize bir ikilik ki bunun içinden çıkmak, çözüm sağlamak için bile daha ilkel bir düzeyde düşünmeniz gerekiyor. Bu çok zor bir şey. Dedim ya, “Bir iç savaştır aşk, bir neden arar kendine” bir kere bu ikilik başladıktan sonra bir neden bulur kendine.
Türkiye’de bir ırkçılaşma görünüyor yavaştan. Bunun için ne düşünüyorsunuz? Hayır, esasında ırkçılık vardı. Şimdi telaffuz ediliyor. Adana Kitap Fuarı’nda bir kadın “Muz Sesleri”ni imzalatırken, “Arapları hiç sevmiyorum” dedi. “Bu kitap Araplarla ilgili” dedim ben de. Şimdi bu lafın ırkçılık olduğunun farkında değil ve yüksek sesle söylerken de utanılması gereken bir şey olduğunun da farkında değil. Türkiye’deki en büyük sorun ırkçı olmak değil, ırkçı olduğunun farkında olamamak. Son günlerde o kadar garip şeyler duyuyorum ki, “Benim Kürt arkadaşım var ama benim meselem öbür Kürtlerle.” Sevgili dostum Sırrı Süreyya Önder’in çok sevdiğim bir lafı var, “Bu ülkede Kürtler her şey olabilir Başbakan, Cumhurbaşkanı da ama Kürt olamazlar.”

Hrant Dink’i özlüyorsunuz değil mi? Neyini özlüyorum biliyor musunuz? O yaşarken herkes birçok insan onu fazla heyecanlı, fazla naif buluyordu. Ve bu yüzden de göründüğünden daha yalnız bir adamdı. Onla beraber yalnız olmayı özlüyorum. Çok özlüyorum hem de.
Hep bir yerlere gidip yazıyorsunuz. “Ağrı’nın Derinliği” Ermenistan’da kaleme alındı, “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” Güney Amerika’da, “İçerden ve Dışarıdan” kitabınızı İsviçre’de topladınız. Bu kitap Beyrut’tan doğdu. Kitaplar farklı ülkelerden doğuyor, neden? Size olmuş muydu bilmiyorum. Küçükken evin içinde olma zorunluluğu benim kalbimi çok daraltırdı. Çok küçüklükten bahsediyorum. Bir yere gitmek değil, sadece kapının dışında durma hakkını isterdim. Sanıyorum o geçmiyor. Bu öyle bir şey, kapının dışında durma hakkı. Bu ülkenin kapılarının dışında durma hakkı. Bir yere gitmek de geri dönmemek için değil ama sadece bir coğrafyaya ya da bir ülkeye mahkûm olmamak.
Sizin edebiyata aşık olmanızı sağlayan yazarlar kimler? Kazancakis, Dostoyevski, Sait Faik. Her şeyden çok Sait Faik. O okuma macerasını geri vermesi için hayata ve zamana yalvarırım. Sait Faik’i okuduğumda 16 yaşımdaydım. Okuldan eve önce yürümeye, sonra dayanamayıp koşmaya başladığımı hatırlıyorum. En sonunda deliler gibi koşup Sait Faik’i okuduğumu. Beni eve öyle deliler gibi koşturacak bir okuma macerası… Sait Faik beni en çok etkileyen adamdır. O edebiyatın şahikalarından biridir benim için.
Kadın yazarlar yok mu? Latife Tekin, Ursula K. Le Guin ablamız. Onu da çok gençken okuyup etkilenmiştim. Ingeborg Bachmann. Walter Benjamin çoğu kişinin aklını ama benim kalbimi çok etkilemiştir. Kimileri ona edebiyatçı demese de bir edebiyatçı olarak görürüm onu. Kullandığı metaforlar beni çok etkiler. Yaşar Kemal büyüklüğüyle, destanı kapsayan büyüklüğüyle beni çok etkiler. Edebiyatı bana bu kişiler sevdirdi ve şu an unuttuklarım da vardır aralarında.
Temelkuran: Cümle kuramayan aşık olamaz