Saturday, April 10, 2010

Allah ın adıyla sayfa açtı ve...

Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’de bir Facebook kullanıcısı, ‘Allah’ adıyla Facebook profili açtığı için internet kullanmaktan men edildi. Sayfa başlığı olarak ‘Allah ve peygamberleri’ ismini kullanan şahıs yoğun tepkiler alıyordu.
Çoğunluk tarafından İslam’a saldırı olarak algılanan ve büyük tepki toplayan sayfa, şikayetler üzerine BAE Telekomünikasyon Düzenleme Dairesi tarafından kaldırtıldı. Tüm servis sağlayıcılara verilen talimatla da şahsın ülkede bir daha asla internete bağlanmaması sağlandı.
İngiliz The Telegraph gazetesinin haberine göre Arapça profil sayfasını ’Allah’ adını kullanarak açan şahıs, sayfada ‘kendinden başka kimseye inanmadığını’ belirtiyor ve Kuran’dan ayetlerin de bunu ispatladığını iddia ediyordu.
İsmi açıklanmayan şahıs, kısa sürede büyük çoğunluğu eleştiri ve hakaret yazan 600 bin kişi tarafından izlenir hale geldi. Sayfada kendisine sorulan soruları ‘Allah’ın ağzından’ yanıtlıyan şahıs dini tavsiyelerde bulunuyordu.
Ancak bardağı taşıran damla, çoğu zaman Kuran’da olmayan ayetler de uyduran şahsın ‘yakında yeni bir kitap yazacağı’ mesajını sayfasında yayımlaması oldu. Harekete geçen BAE yetkililerinin şahsı tamamen internetten men etti.
Karar ülkedeki Müslümanlarca onaylanırken, Sınır Tanımayan Gazeteciler’ce eleştirildi. Örgüt, sayfa kapatma kararına direnmediği için Facebook’u, şahsı internetten men ederek kişisel özgürlükleri kısıtladığı için de BAE yetkililerini kınadı.
Allah’ın adıyla sayfa açtı ve...

Prens William evleniyor

LONDRA - Kraliyet ailesine yakınlığıyla tanınan ve daha önce 1997 yılında Trafik kazasında hayatını kaybeden Prenses Diana ile ilgili bir kitap da yazan Tina Brown, internetteki kişisel bloğunda Prens William'la ilgili iddialarını dile getirdi.
Brown, Prens William ile, üniversitedeyken tanıştığı ve 7 yıldır beraber olduğu 28 yaşındaki kız arkadaşı Kate Middleton'ın Haziran ayında nişanlanacaklarını, Kasım ayında da evleneceklerini yazdı. Brown, düğünün İngiltere'de 6 Mayıstaki genel seçimin ardından yapılabileceğini belirtti.
Prens William evleniyor

Bu öyküler ne yazık ki gerçektir...

TRABZON - Acıların tüm sahiplerinden sadece insan olarak özür dilediğini kaydeden Trabzon Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli Sosyal Hizmet Uzmanı Gülizar Mollamehmetoğlu, ''Keşke bu olanları hiç yaşamasalardı. Bu acılardan geçerken ellerinden tutup rehberlik etmeme izin verdikleri için onlara teşekkür ediyorum'' diye konuştu.
Kitap yayımlandıktan sonra büyük ilgi gördüğünü belirten Mollamehmetoğlu, kitapla ilgili maddi hiçbir kazancının olmadığını, gelirin Yetiştirme Çağındaki Çocukları Koruma Derneği Trabzon Şubesine verileceğini ifade ederek, ''Kitap ilk çıktıktan sonra bine yakını hemen satıldı. kitap ile ağlayan çocukların, terk edilmiş insanların birileri tarafından fark edilmesini istiyorum'' dedi. KURGU DEĞİL HAYATTANYaşanmış olayların hüzünlendiren öykülerine tanıklık eden kitapta, babası ve kardeşi tarafından sürekli dövülen ve 17 yaşında evlenen, evlendikten sonra da kocası ve kayınvalidesi tarafından dövülmeye devam eden anne ve 2.5 yaşındaki çocuğun hikayesinden kısa bir bölüm şöyle anlatılıyor:
''Odamdan içeri giren 2,5 yaşında, soğuktan kızarmış elleri olan bir çocuktu. Annesinin gölgesinde çaresizdi. Çocuğunun girdiğini gören anne zaman kaybetmek istemeden bütün sabırsızlığıyla artık kapı ağzına gelmiş acısını çıkartmak için derin bir nefes aldı. 'Dün gece terminalde kaldık oğlumla. Bu sabah polisler buraya gelmemizi söyledi. Kalacak yerimiz yok gidecek yerimiz de.' Çok tanıdık cümleydi bu. Yüzüne baktığımda gördüm ki gencecik yüzü acıdan ve kederden kolları kesik izleriyle doluydu. Belli ki bu dünyada duracak hali de yoktu.
'Babamın içki parası, ağabeyimin harçlığını kazanmama rağmen ben ve oğlum kocaman eve sığamadık. Oğlumu dövmeye başladılar artık dayanamadım. O ara biriyle tanıştım. Bir şantiyede ustabaşıymış. 'Gelin benimle, evlenelim' dedi, 'yok' diyemedim. İki ay nikah istedim, tokat attı. Sonra öğrendim ki evliymiş. Dağ başında bir şantiyede en mutlu zamanlarımızdı oğlumla bağlama çaldığım saatler. Beni dövmesine ses çıkarmadım, ama oğluma tokat attı. Kuzum nasıl da ağladı. 'Sakın oğluma dokunma seni öldürürüm' dedim. O da kalktı oğluma bir daha vurdu. Sustum. Ben onu öldürürdüm ama beni tutuklu ettikleri yerde kuzum yaşamasın istedim. Sonra yıllardır sakladığım 57 liramı alıp yola çıktım. Trabzon'a ulaştığımızda paramız bitmişti." ''SİLAHIMI AL ABLA'' İl dışında çalışırken, habersiz eve gelen ve eşinin cep telefonunda başkasına ait mesajlar gören iki çocuk sahibi babanın hikayesinden ise bir bölüm de şöyle:
''İçeri girdi. 'Derdimi bırakacak kapı arıyorum, kapı burası mı' dedi. 'Sen derdini söyle, kapı burası değilse bile en azından doğru kapıyı gösteririm' dedim. Sustu. Gözlerini gözlerime dikti. Hınçla baktı. Yalnız görüşmemizi istedi. Görüşme odasına çıktık. Masanın üzerine bir silah bıraktı. 'Çocuklarımı emanet edeceğim yeri arıyorum abla, karımı öldüreceğim' dedi. 'Doğru yerdesin' dedim. Bu kadar iyi babaları varken bu programı tek başıma yapmamın yanlış olacağını ifade ettim. Gözleri doldu. Ağlamak istemediği ısırıp ısırıp bir türlü kanatamadığı dudaklarından belliydi. Canlarını emanet etmek isteyip, can almak isteyen bir babaya bakıyordu gözlerim.
'Para kazanmak için sık sık gurbete çıkardım. İki ve bir yaşlarında iki tane çocuğum var. Çocuklarım doğduktan sonra daha çok çalıştım. Sonra bir akşam sürpriz yapmak için çalıştığım il dışından eve erken döndüm. Eşim banyodaydı. Şeytan dürttü, eşimin cep telefonunu karıştırdım. Başka birinden gelen mesajları gördüm. Banyodan çıkan eşim yüzüme baktığında elimdeki telefonu görüp koşarak kaçmaya başladı. Peşinden gidecektim, küçük oğlumun ağlamasını duydum. Divanın kenarından düşmek üzereydi. Koştum yakaladım oğlumu. Ne var ki onu beşiğini koyduğumda eşim kaçmıştı' dedi.
Karşımda duran onuru yaralı, babalığı koşulların inisiyatifinde olmayan fakat gerçekten iyi bir babaydı. Koparıp atılmış bir yanı için çıldırıyordu. Onu, karnının zayıf olduğunu gördüğüm yerinden yakaladım, babalığından.
Altı ay sonra odamda otururken kapı açıldı. İçeri girdi. Çocukları iyiydi ve babaları başlarındaydı. Aldatılan, aldatandan hep daha fazla utanmıştır.''
''TORUNUMU DEVLETE BIRAKMAK İSTİYORUM''Oğlu ve gelini Trafik kazasında ölen ve 10 yaşındaki kız torunu ile tek başına yaşayan yaşlı bir dedenin hikayesi de şu satılarla anlatılıyor:
''Merkezden ayrılıp dağ köylerinden birine çıktık. Bu köy oldukça uzak ve yüksekti. Sanki terk edilmişti. Evi uzaktan görüp bacasından çıkan dumanı fark ettiğimde birazcık rahatladım. Bu bile işaretti içerde yaşamın sürdüğüne, ısınıldığına, yemek yapıldığına. Eve girdiğimde hissetiğim sıcaklık ve hüzündü. Yaşlı bir adam sobanın yanındaki divanda uzanmaktaydı. Omuzları çökmüş upuzun beyaz sakallı bu adam toparlanıp kalkmaya çalıştı.
'Oğlum 5 yıl önce karısıyla beraber Zonguldak'ta geçirdikleri trafik kazasında öldü. Ondan geri bir torunum kaldı. Önceleri çok kızdım, neden benden önce benim tek oğlumu aldı diye. Karım sağken birlikte dayandık acıyla, torunuma ikimiz baktık. Ama iki sene önce karım da öldü. Torunum şimdi on yaşında. Yeni taze fidan gibi öksüzüm, ben kururken. İyi geliyor bana. Ama hastalığım çok ilerledi. Korkuyorum. Eve gelmezse düşüp arayamaz bu ayaklar. Aç kalsa toprağı kazıp çıkarmaz bu eller'' dedi ağladı.
'Torunumu kimseye emanet edemem. Devletime emanet etmek istiyorum. Kimseye bırakamam torunumu' diyerek devam etti cümlelerine. TEK BAŞINA BIRAKILAN YAŞLI KADINKocası ölen, çocuğu olmayan ve akrabaları tarafından da terk edilen bir kadının hikayesinden bazı bölümler şu şekilde kitapta yer aldı:
''Polislerle birlikte geldi. 'Hayırlı işler kızım, kolay gelsin. Kusura bakmayın memurları da sizi de rahatsız ediyorum' dediğinde, içinde insan olan hiçbir konuda tümevarım olmadığına karar verdim.
'Kocam 7 sene önce öldü. Çok yalvardım, çok uğraştım, çok istedim ama olmadı çocuğum. Akrabaları bakmaya başladı beni. Zamanla kaldığım evlerde kavgalar çıkmaya başladı. Zaman içinde kaldığım evlerdeki odadaki yatağım koridorlara taşınmaya başladı bahanelerle. Son kaldığım evden de gönderildim. Bir akşam yeğenim, 'Seni terminale götürüyorum' dedi. 'Kim karşılayacak beni' dedim. 'Ben arayacağım akrabaları' dedi. Trabzon'a geldim. Saatlerce bekledim kimse gelmedi.'
Ne kadar kolaydır bir otobüse koca bir hayatı sıkıştırıp başından savmak. Ellerinden bastonları alındığında düşmezler, ihtiyarların dayanağı bastonlar değil, sırtlarını yasladıkları Canlı duvarlar ve yalnızlıklarında kendilerine yankılanan insan sesleridir. Yanlış biliriz, ihtiyarlar el öptürmeyi beklemezler bayramlarda, el vermek isterler aslında kendilerinden arda kalanlara.'' ''ESKİ BİR KÖMÜRLÜK ODAYA"Hasta annesiyle kalan ve babası kendilerini terk eden bir çocuğun hikayesi de şöyle öykülendiriliyor:
''İsmi Mert'ti. O daracık köhne evlere dolu buram buram kızgın yağ, is, kanalizasyon hepsinin toplamı yoksulluk kokan sokakta arkadaşları çağırdı onu resmi aracın yanına. Bu onu ilk görüşümdü ve hep unutmayışım olacaktı. O aracın önünde yürüyerek götürdü beni kendisinin evim dediği, hayatın yuva olarak verdiği, eski bir kömürlük odaya. İçeride eski bir kilim, minder ve soba vardı. Ama bunların varlığı da hemen algılanmıyordu. O karanlık içinde ilk görülen, zayıf, hastalığın etkisiyle cildi kararmış, güçlükle ayakta duran gözleri ürkek kadındı.
Durdu ve bütün gücünü toplayıp kendi kırılgan haline tezat keskin bir sesle:
'Ben oğlumu vermem, niye geldiniz' dedi ve ''Oğlum olduğunda ilk defa benim bir şeyim oldu. Hep başkalarının eşyalarını giydim. Kocam bile benim olmadı'' diye devam etti.
Kocası hastalığı ilerlediği zaman onları terk etmiş, 4 yıldır kocası hiç arayıp sormuyormuş.
'Bu öyküler ne yazık ki gerçektir...'

98 bin eserlik Anadolu hafızası

KONYA - Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü Bekir Şahin, Burdur'da eski eserlerin bulunduğu kütüphanenin sel felaketinden etkilenmesinin ardından Türkiye'de bulunan korumasız ve bakımsız yazma eserlerin toplanması amacıyla 1984 yılında Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'nin kurulduğunu belirtti.
Şahin, el yazması eserlerin korunduğu 4 adet özel çelik kasa, matbu eserlerin yer aldığı 4 adet depo, 1 CD arşiv odası ve diğer çalışma odaları ile birlikte kütüphanenin toplam 723 metrekarelik kullanım alanı olduğnu bildirdi.
Kütüphaneye bağış ve devirlerin özellikle 2002 yılında hızlandığını ifade eden Şahin, şunları kaydetti:
"Kütüphane, Anadolu'nun en kapsamlı koleksiyonlarını bünyesinde bulundurmaktadır. Sadreddin Konevi, İbn-i Arabi ve Mevlana gibi büyük alimlere ait matbu, el yazması ya da Dijital ortama aktarılmış eserler dikkat çekiyor. Halen kütüphanemizde 17 bin 989 el yazması, 40 bin adet el yazma eserin dijital kopyası ve 80 bin 641 nadir matbu eser olmak üzere toplam 138 bin 630 adet eser bulunmaktadır. Burası Anadolu'nun hafızası durumunda. Anadolu'nun dört bir yanından 71 kütüphanenin kitapları devir yoluyla buraya geldi. Burada bin yıldan eski kitaplar var. Konya'nın, Selçuklu'nun başkenti olması ve dönemin en önemli kütüphanelerinin burada bulunması, kütüphanemizin değerini ve ağırlığını da arttırıyor."

Yurt içi ve dışından farklı kurumlarla anlaşmalar yapılıp, protokoller imzalayarak el yazma eserlerin dijital kopyalarının değişimlerini yaptıklarını anlatan Şahin, bu sayede kütüphanedeki eser sayısının her geçen gün daha da arttığını kaydetti.
Bekir Şahin, Hacı Bektaş-ı Veli, Sadrettin Konevi, İbn-i Arabi ve Mevlana gibi önemli düşünce insanlarıyla ve alimlerle alakalı tüm kitapları kütü phanede toplamaya çalıştıklarını belirterek, "Tıp tarihiyle ilgili ayrı bir bölüm oluşturuldu. Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi, Dünyanın tıp tarihiyle ilgili en çok kitabı bulunan kütüphanesidir. Çünkü tıp tarihiyle ilgilenen birçok şahsiyetin kitap koleksiyonları burada" diye konuştu.
Kütüphanede bakım ve onarım için restorasyon merkezi oluşturduklarını dile getiren Şahin, özel makinelerle el yazma eserlerin restorasyonunu yaptıklarını anlatarak, kütüphaneye Orta Doğu, Balkanlar ve Avrupa'daki ülkelerden her yıl yüzlerce akademisyen ve araştırmacının geldiğini bildirdi.
98 bin eserlik 'Anadolu hafızası'

İzmir Kitap Fuarı 15 yaşında

İZMİR - TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile 17-25 Nisan 2010 tarihleri arasında düzenlenecek 15. İzmir kitap Fuarı'nda konferans, söyleşi, panel, Şiir dinletisi gibi 130 kültür etkinliğinde ve imza günlerinde yüzlerce yazar okurlarıyla buluşacak.
Yüksel Pazarkaya: 50. Sanat Yılı Bu sene 50. sanat yılını kutlayan Şair, çevirmen, dil bilimci Yüksel Pazarkaya 15. İzmir Kitap Fuarı’nın onur konuğu olarak fuar kapsamında düzenlenecek etkinliklerde yer alacak.
Okur ve Yazar Buluşmaları Dokuz gün süresince yüzlerce yazar okurlarıyla buluşma fırsatı yakalayacak. Bu kapsamda Yüksel Pazarkaya, Füruzan, Tahsin Yücel, Doğan Hızlan, Gülten Dayıoğlu, Turgut Özakman, Oya Baydar, Ahmet Telli, İnci Aral, Enver Ercan, Tuğrul Keskin, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Mavisel Yener, Ayla Kutlu, Muzaffer İzgü, Muazzez İlmiye Çığ ve pek çok şair, yazar ve Bilim insanı İzmir Kitap Fuarı’nda etkinlik ve imza günlerinde yer alacak.
TÜYAP Çocuk Kulübü-23 Nisan Çocuk ŞenliğiTÜYAP Çocuk Kulübü bünyesinde bu sene de 23 Nisan Çocuk Şenliği çeşitli etkinliklerle kutlanacaktır. Söyleşi, okuma saati, atölye çalışmaları ve gösteriler gibi 20’ye yakın kültür ve Edebiyat etkinliğinin yer alacağı Program 20- 21 ve 22 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek.
Fuar’ın Sergileri 15. İzmir Kitap Fuarı etkinliklerin yanı sıra önemli sergilere ev sahipliği yapıyor. “Yazarları da Çizerler” Kemal Buluş’un çizimlerinden yazar portrelerinden oluşan bir Karikatür sergisi. Buluş, çizdiklerinin izleyici tarafından kendi bakış açısıyla görülmesini sağlıyor. Sergide öncelikli olarak resimlenen insanlar; kalemi ve hayat hikâyesi ile toplumsal mücadeleye yön veren emekçileri ele alıyor.
Birzamanlar Yayıncılık ve Punto Yayınları’nın çok sayıda fotoğrafçının katkısıyla hazırladığı “Türkiye’nin Siyahları” sergisi, Osmanlı döneminde köle olarak Afrika’dan Türkiye’ye getirilenleri ve bunların günümüzde yaşayan torunlarını görünür hale getirmeyi amaçlıyor.
“Anadolu’da Yolculuk” sergisi Yolculuk dergisi görsel yönetmeni Faruk Akbaş’ın çektiği fotoğraflarla Anadolu’da köyleri, şehirleri, dağları, yaylaları ve buralarda sürüp giden birbirinden farklı, yaşamları, asırlardır devam eden gelenekleri, kaybolmaya yüz tutmuş zanaatları konu ediniyor.
İzmir Kitap Fuarı 15 yaşında

Üç öykü ustası İstanbul öykülerinde buluşuyor

İSTANBUL - ''Çünkü bizim de eşyayı gerçek büyüklükleri ile görüp görmediğimiz ayrı bir meseledir.'' (Haldun Taner, 'Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu')
Güncel Türk edebiyatının değerli isimlerinden Murat Gülsoy, Yekta Kopan ve Ayfer Tunç ile Salon’da Edebiyat günleri devam ediyor. Can Yayınları işbirliğiyle gerçekleştirilen 2010 Ubor Metenga Buluşmaları’nda üç öykü ustası, her ay farklı bir İstanbul öyküsünü çözümlüyor. Mart ayında, sıra Haldun Taner’in “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” öyküsünde... Öykü, kurgusu, dili ve içeriğiyle yazarın en önemli yapıtları arasında sayılıyor.
MURAT GÜLSOY 1992-2002 yılları arasında arkadaşlarıyla Hayalet Gemi dergisini çıkaran Murat Gülsoy, 2000’den bu yana aynı ekiple elektronik yayınevi altkitap.com’u yürütüyor. 'Bu Kitabı Çalın' adlı kitabıyla 2000 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, 'Bu Filmin Kötü Adamı Benim' adlı romanıyla 2004 yılı Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı.
YEKTA KOPAN Hayalet Gemi dergisindeki çalışmalarıyla tanınan Yekta Kopan, ilk kitabı Fildişi Karası 2000 yılında yayımlandı. 2006 yılında İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali bünyesinde Tiyatro DOT tarafından sahnelenen ve bir Bülent Erkmen projesi olan İki Kişilik Bir Oyun’un metnini yazdı. Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri ile 2002 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Karbon Kopya ile Dünya kitap 2007 Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü kazandı.
AYFER TUNÇÜni­ver­si­te yıllarında çe­şit­li ede­bi­yat ve kültür der­gi­le­ri­ne yazılar yaz­ma­ya baş­layan Ay­fer Tunç, 1989 yılında Cum­hu­ri­yet ga­ze­te­si­nin düzen­le­di­ği Yu­nus Na­di Öykü Ar­ma­ğanı’na katıldı, Saklı adlı yapıtıyla bi­rin­ci­lik ödü­lü aldı. 1999-2004 arasında Yapı Kre­di Yayınları’nda yayın yö­net­­me­ni ola­rak görev yapan Tunç, 2001’de yayımla­nan 'Bir Mâ­ni­niz Yok­sa An­nem­ler Si­ze Ge­le­cek' adlı yapıtı, 2003 yılında Ulus­la­ra­rası Bal­ka­ni­ka Ödülü’nü ka­zandı. Tunç’un 2003 yılında Sa­it Fa­ik’in öy­kü­le­rin­den ha­re­ket­le yazdığı Ha­va­da Bu­lut adlı se­nar­yo­su fil­me çe­kil­di ve TRT’de göste­ril­di.
Üç öykü ustası İstanbul öykülerinde buluşuyor

İndirimli kitaplar sanal fuarda

İSTANBUL - Türk Kütüphaneciler Derneği'nin bu yıl 46.'sını düzenlediği Kütüphane Haftası 29 Mart – 4 Nisan tarihleri arasında kutlanırken Türk Kütüphaneciler Derneği ve İdefix.com işbirliğiyle, onlarca yayınevinin katıldığı, kitapları okuyucularıyla büyük indirimlerle buluşturan bir Sanal Fuar düzenleniyor.
22 Mart – 20 Nisan arasındaki bir aylık süre boyunca kutuphanehaftasi.org web adresinden ulaşılabilecek fuarda NTV Yayınları'ndan, İnkılap Kitabevi'ne, Altın Kitaplar'dan, Yapı Kredi Yayınları, İş Bankası Kültür Yayınları ve Doğan kitap'a kadar birçok büyük yayınevi %40'a varan indirimleriyle yer alıyor.
İndirimli kitaplar sanal fuarda

Erdal Öz Ödülü Nurdan Gürbilek in

İSTANBUL - 2010 Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün sahibi açıklandı. Ödüle Eleştirmen Nurdan Gürbilek layık görüldü.
Beyoğlu'ndaki Can Yayınları'nda düzenlenen basın toplantısında konuşan Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Çağlıyor, Can Yayınları'nın kurucusu Erdal Öz adına düzenlenen bu ödüle, sevgiyle yaklaşan ve saygınlık kazandıran jüriye teşekkür etti.
Jüri Başkanı Cevat Çapan da bu yarışmada jüri başkanlığının dönüşümlü olarak gerçekleştiğini ve üçüncü yılda bu görevin kendisine verilmesi nedeniyle mutluluk duyduğunu dile getirdi.
Bu ödüle başvuru alınmadığını anlatan Çapan, ''Yazarlar kitap göndermiyorlar. Ödülün adayları jüri üyeleri tarafından belirleniyor. Yani onlar ödül için aday öneriyorlar ve bu adaylar jüri toplantısında değerlendirilmek üzere ödül alacak kişi belirleniyor'' dedi.
Çapan, bu yıl da bütün jüri üyelerini mutlu edecek bir karara varıldığını belirterek, ödülün eleştiri alanında bir yazar olan Nurdan Gürbilek'e verileceğini söyledi.
Çapan, böylece eleştirinin de bir çeşit yaratıcılık olduğunun kanıtlandığını vurgulayarak, eleştirinin Roman, Şiir, Oyun ve deneme gibi yaratıcı bir edebiyat olduğunun anlaşıldığını kaydetti.
Seçici Kurul tarafından yapılan açıklamada ödülün, "Türkiye’de edebiyatın bütününe deneme penceresinden bakan sorgulayıcı bakış açısı ve bu coğrafyanın belirleyici öğelerinden endişe konusuna getirdiği çok boyutlu açılım gerekçesiyle Nurdan Gürbilek’e verilmiştir" denildi.
Gürbilek'e ödülünün Erdal Öz'ün doğum günü olan 26 Mart Cuma günü saat 18.00'da Pera Müzesi'nde düzenlenecek törenle verileceği öğrenildi.
Bu arada ödül tutarının 15 bin TL ve Handan Börüteçene'nin yapacağı bir heykelden oluştuğu bildirildi.
Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne 2008 yılında Gülten Akın, 2009 yılında da İhsan Oktay Anar layık görülmüştü.
Nurdan Gürbilek kimdir?Nurdan Gürbilek Boğaziçi Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi ve aynı bölümde master yaptı. Akıntıya Karşı, Zemin, Defter ve Virgül dergilerinde yazdı.
İlk kitabı Vitrinde Yaşamak'ta (Metis, 1992) 80'li yılların Türkiyesi'ndeki kültürel değişimi konu aldı. Yer Değiştiren Gölge (Metis, 1995) ve Ev Ödevi (Metis, 1999) adlı kitapları edebiyatla ilgili denemelerine yer verir. Kötü Çocuk Türk Türkiye'nin yakın tarihinde öne çıkmış kültürel imgeler üzerine denemelerden oluşur. Kör Ayna Kayıp Şark ise (Metis, 2004) Türk edebiyatında "Batılılaşma", "ulusal kültür" gibi kavramlar etrafında tartışılagelen sorunların yazarlar için nasıl olup da bir içsel endişeye dönüştüğünü tartışır. Son kitabı Mağdurun Dili ise 2008'de yayımlandı.
Erdal Öz Ödülü Nurdan Gürbilek'in

12 Eylül den Engin Çeber e Faili Meçhul Öfke

İSTANBUL - 'Aşkla ve direnerek beklemeyi bilenlere adanan bir roman' Faili Meçhul Öfke. 12 Eylül'den günümüze uzanan sarsıcı bir dünyayı konu alan bir Roman aynı zamanda.
Gazeteci-yazar Adnan Gerger, ''Gündeme damgasını vurmuş birebir yaşanmışlıkların ve bundan sonra yaşanacakların harmanlanmış halidir'' diyor son kitabı 'Faili Meçhul Öfke' için.
Ve şimdi 'Faili Meçhul Öfke' ikinci baskısını yaptı. Biz de Emniyet içindeki grupları, tarikatçı yapılanmaları, muhbirleri ve filler tepişirken ezilen çimenleri anlatan Adnan Gerger'le 'Faili Meçhul Öfke'yi konuştuk.
'OYSA BEN NE KADAR MASUMDUM'‘Faili Meçhul Öfke’ günümüzle, gündemimizle yakından ilişkili bir kitap, bu bakımdan böyle politik bir okuma çıkış noktanız mıydı yoksa sizin, hikayeyi yazarken tonunu belirlediğiniz alt metinler miydi? Oysa ben ne kadar masumdum. Kesif hâkî ve küflü bir duman kuşatması ve tepişen fillerin ayaklarının altında bir “ot” olarak yaşarken… Manu Chao’nun gitarlarıyla oluşan Noir Desir grubunun “Le vent nous portera- Rüzgâr bizi götürecek” şarkısına kanarak hayallerle günlerimi geçirirken… Olmadı işte. Kör talih. Hayat, bana “yaz” dedi. Ben de yazdım. Oysa, inanın bana çıkış noktamın politik bir okuma olmasından başka şans bırakmadılar. Tamam niyetim vardı, benimde böyle bir politik çıkış yapmaya ama beni kışkırtanlar hep o alt metinler oldu.
Haydi itiraf edeyim, Mazlum’un işkence de öldürülmesi, devletin içerindeki derin iktidar kavgaları, asker-polis çekişmeleri, telefon dinlemeleri, ajanların yasa dışı örgütlerin içinde provoke cirit atmaları ve hele hele Mazlum’la Leyla’nın günümüzde artık pek görülmeyen aşkları. Aman Allahım! İşte bu alt metinler var ya bu alt metinler, politik çıkış yaparken korkudan kan bürümüş gözlerime, titreme nöbetine tutulmuş beynime öylesine bir ilham oldular ki… Hiç sormayın. Son otuz yılda yaşananlar bir kabus gibi olsa da hayatın gerçeği. Bu hayatın gerçeğini de anlatmak için politik çıkış kaçınılmazdı, yani.
Romanı yazmadan önce çıkış noktanız tam olarak neydi? Sonuçta çoğu kişinin Gazete ve televizyonlardan duyduğu, okuduğu ama fazla bir şey bilmediği bir dünya var okuyucunun karşısında… Bellek. Hep deriz ya, “Toplumun belleği yok, herşeyi unuturuz. “ diye. Benimki o hesap. Yanılgılarla büyüyen bir toplumda hem gazeteci olarak, hem de medyanın içinde biri olarak “Eyyy Adnan!!! Senin belleğin nerede?” diye iç bir sesle bin yıldan bu yana mırıldanıp durdum. Ama gelin görün, medya o kadar yoğun işlerle uğraşıyordu ki, bırakın toplumun belleğini tazelemeye kendi belleğini yitirmemeye çalışan Kayıp krallıklara dönüşmüştü. Vakti yoktu. Nasıl olsun? Delilerin kör kuyuya attığı taşları temizleme görevini üstlenmek o kadar kolay mıydı? Ben bunları görüp belleğimi koruma adına haramice hislere kapılıp uzak coğrafyalarda sığınacağım bir ada arayıp durdum. Buldum da. Soyunup da koynuna girmeden önce “Ada” benden, kurgulanmış hayatlar yerine hayatların gerçeğini yazmaya söz istedi. Verdi gitti. İyi ki vermişim, gazeteci olarak insanlara sunduğumuz o anki olayın kendisi.
KORKAK YAZARLAR, GAZETECİLER...Habercilikte “öteki” unutulmuştu ama edebiyatta da öyleydi. Önce yakın tarihle yüzleşen her babayiğitin harcını sahiplendim. Toprakları işgal eden son kızılderili kabilesinin bir üyesi gibi bu harçla boyandım. Otuz yıl öncesinden bugüne ateş dansına başlarken “Ötekiler”in de bana eşlik etmesine sevindim. Ama onların şarkıları başkaydı. Benim de hemen ezberleyerek söylediğim şarkıda, “Ama en yüce değer olan hayat, bir gün gelir gerçekleriyle ve gerekçeleriyle, onların parlak, süslü imgelerin bile taklidi imgelerle ve çakma haberlerle bezenmiş dünyalarını al aşağı eder.
Türkiye’de yakın siyasi tarihinin; edebiyata bu kadar geç yansımasının, medyanın unutmasının nedeni, kendilerini bu insanlardan ve gerçeklerden soyutlayan yazarlarla gazetecilerin korkaklığıdır, başka bir şey değil. ” sözler vardı. Bu sözlerin her birinin beni “iyi insanlara”, “güzel insanlara”, “okur-yazar insanlara” ihbar etmesini istedim ve bu noktaya tutuldum.
MAZLUM, ÖLEN TÜM İNSANLARIN KENDİSİPeki gazeteciliğinizin, romana yansıyan kısımları...Evet, yazdığım, takip ettiğim, okuduğum her haberde edindiğim deneyimler, bedeli ödenmiş bir hayatın izdüşümüydü. Bu nedenle romanımda anlattığım her bir olayda son otuz yılda yaşanan ve gündeme damgasını vurmuş haberlerin bileşkesidir, diyebilirim. Örneğin, Mazlum’un işkencede öldürülmesi, 12 Eylül darbesinde gözaltına alınan insanların gözaltında ve cezaevlerinde işkencede görmesinden Hacettepe Üniversitesi Öğrencisi Birtan Altınbaş’a, Manisa’lı bir grup lise öğrencisinden Engin Çeber’e kadar o gencecik gepegencecik insanların öldürülmesinin tümünü anlatır. Mazlum son otuz yılda tüm işkence gören ve işkencede sakat kalan ve ölen tüm insanların kendisidir.
Yine romanımda anlattığım devletin içinde o derin yapılanmalar, grupların iktidar kavgası bugünden ta Osmanlı’ya kadar uzanan kaosa ve korkutmaya uzanan bir yönetim biçimini temsil eder. 'Faili Meçhul Öfke' gündeme damgasını vurmuş birebir yaşanmışlıkların ve bundan sonra yaşanacakların harmanlanmış halidir.

Emniyet içindeki gruplar, tarikatçı yapılanmalar, muhbirler… Hareketli ve detayı fazla bir roman var okuyucunun karşısında. Bu kadar girift ilişkiyi anlatırken okuyucunun hikayeden kopması gibi bir endişe taşıdınız mı? 'Faili Meçhul Öfke' hem tarihsel bir dönemi anlatacak hem de roman türünün tüm disiplinlerini bünyesinde barındıracak hem de kurgunun hareketli olmasını sağlayacaktı. Her sayfa kafamdaki gizle bembeyaz bir sayfaya açılacaktı. Ne zaman sayfalarımın dolduğunu görsem yeni bir sayfaya ilk sayfayı yazıyormuşum gibi yeni yazgımla ve yeni heyecanla yazacaktım. Bunu sağlamak için bir amele gibi çalıştım. Dört yıl boyunca gecelerimden ve kendimden özveride bulundum. Dört yıl boyunca bir yandan ustaları ders çalışır gibi okudum, diğer yandan bir inşaat işçisinin bir duvarı örerken taşıdığı tuğlalar gibi bilincime yeni bilgi koydum. Bu kadar çok girift ilişkilerden kopulmamasını ancak böyle sağlayabilirdim. Başarı biraz da romanın konusunun ta kendisi de. Bana düşen, doğru aktarmaktı, o kadar.
AŞKI HEP METAFOR OLARAK YAŞADIKBir röportajınızda kitabın Aşk romanı olmadığını söylemişsiniz ama bir okuyucu olarak ‘Faili Meçhul Öfke’nin birçok şeyin yanında aynı zamanda aşk kitabı olduğunu da düşünüyorum...Eğilin, kulağınıza bir sır vereceğim. Daha önceki röportajlarımda şimdi kulağınıza fısıldayacaklarımı avazım çıktığı kadar söylemek isterdim. Cesaret edemedim. Utandım. Elbette, Faili Meçhul Öfke, asıl bir aşk romanı. Bireyin kendini bir ülküye, bir ülkeye en önemlisi bir sevgiliye adadığı aşkın romanı. Çünkü biz birey olarak bu ülkede aşkı hep metafor olarak yaşadık ve toplumsal boyutla anlamdırdık. Doğrusu da budur. Kendinden başka insanların varlığını duyumsamak ve onların acılarını duyumsamak, hiçbir karşılık beklemeden tanımadığın insanlar için yaşamak ve mücadele etmek ve direnmek aşk değil midir? İnsanı insan yapan değer yargılarının ve kolektif yaşama ait düşüncelerin hiçe sayılmasına inat, böylesine aşkları anlatmak, müthiş bahtiyarlıktı.
Leyla ve Mazlum dışındaki karakterlerin biraz yüzeysel kaldığını düşünüyorum. Bu dramatik yapının işleyişi açısından zorunlu bir şey miydi?Yüzeysel kalmalıdır da. Hem bunu bir eleştiri olarak değil bir övgü olarak alıyorum. Onlar gölgede olanlar değil miydi? O halde romanın dramatik yapısını oluşturan hayatımıza sinsi pusular atanların silik ve yüzeysel olması kaçınılmazdı. Işığımızı engelleyen, karanlıklar içinde yaşayanların tümü kötüdür işte. Onları anlatarak yaramızı deşmeye ne gerek vardı. Anlatmaya çalıştığım, onları değil onların yaptıklarını hissettirmekti.
Hem Hikaye kurgusu hem de romanın temposu klasik polisiye romanlarını aratmıyor. Aşk, öfke, korku, polis, devlet içi yapılanma…vs tüm bunları dengelemek zor oldu mu? Hep tapmak, hep yalvarmak, hep bağışlanmayı dilemek, hep sevgisizlikten uzak durmak isteyen; travmalar içinde kaotik bir ülkeyi ve bu ülkede yaşayan insanların peşinden gidince, sirenlerini öttürerek giden bir ambulansın içinde olduğumuzu sanmak gibi bu toplumun acıtılmasını istedim. Kurgumun başlıca amaçlarından biri buydu. Romanımda kurduğum denge, lanetli günleri yaşayan insanların birbirine tek kelime etmemelerine karşı duyulan tepkiydi. Diğer yandan bugüne kadar, açgözlülüğe kapılarak her şeye sahip olmak isteyen oysa hep yenilen ve kandırılan insanların öyküleri de bu dengenin orta direğini oluşturuyor.
Sistemli bir şekilde dünyaya geldikleri ilk andan itibaren asla masum olamayacaklarına inandırılmış insanların öyküsüyse bu öyküler, polisiye kurgudan kaçamıyorsunuz. Kaybetmeye mahkum insanların kaderini yeniden yazmak için de polisiye bir anlatıma başvurarak, onlara “inandırıcılara” değil “kurtarıcılara” hiç değil sadece kendilerine ihtiyaçları olduğunu da anlatmaya kalktığınızda hayatın içindeki tüm yaşamlar da ister istemez ayaklanıyor.
MANTIK ASLA DEĞİŞMİYORBöyle ağır ve tahribatı yüksek bir 30 yıl altında karakterlerin ezildiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan kitabın okuyucuya kendini kötü hissettirdiği bir gerçek. Mazlum’un Leyla’yla bir yolculuk bile yapamaması birçok şeyi özetliyor örneğin. Ama bir anlamda bebek de bir umudu simgeliyor. Bu anlamda onca olumsuz olaya rağmen umutlu bir kitap da diyebilir miyiz ‘Faili Meçhul Öfkeye’? Leyla ve Mazlum’un dışında karakterlerin ezildiğine ben de katılıyorum. Kendi varlığını yok etmeye kodlanmış bir devlet anlayışından söz ediyoruz. Her türlü eylemi göze almış bir devlet anlayışından. Öğütülmüş, yok edilmiş insanların hiçbir önemi olmayan bir ülkeyi anlatmaya kalktığınızda karakterler ister istemez silikleşiyor. Kişiler durmadan değişiyor ama masumiyetleri kemiren mantık asla değişmiyor. Tamam, romanımda bu karakterlerin çoğuna bir mezbahadan alkışlanarak çıkanlar kadar ilgi göstermiyorum. Ama hak ediyorlar. Düş kırıklıkları yaşanmasın diyedir, bu kötü hissetmeler, bu bekaret bozucu anlatmalar. Eğer karakterler de güçlü olsalardı, o zaman da bu ülkeyi bir yara gibi koynumda taşımak zorunda kalacaktım ki, Mazlum’la Leyla’nın yolculuklar yapamamasının gerçek boyutunu ortaya çıkaramazdım. Yoksa, Faili Meçhul Öfke’nin yazarının fakültede sevgilisinin işkencede öldürüldüğünü, hatta onunla bir parkta bile el ele yürüyemediğini niye saklasın ki? Leyla’nın bebeği bir umut. Faili Meçhul Öfke umut kitabı olmayabilir ama bu kitap bitmedi, tıpkı söylenecek son sözün henüz söylenmediği gibi… Bir umut işte bu umut ve diğer yaşananlar iki nehir romanda dile gelecek.
Adnan Gerger mesleğini NTV'de sürdürüyor.
Patlamalar, işkenceler, korkulu anlar… Sert bir roman aynı zamanda ‘Faili Meçhul Öfke’. Bu sertlik Türkiye’de bir hikaye anlatmanın zorunluluğundan mı kaynaklanıyor?Ne yazık ki öyle. Çok sert bir coğrafyada yaşadığımız yetmiyormuş gibi bizi derinden yönetenlerin korkuya ve şiddete dayalı anti-demokratik yöntemlere başvurması, bizim yaşamı, “vurun şunun boynunu” diyecekleri anın beklentisiyle boşuna tüketmemize neden oluyor. Sonra, aptallar, sinsiler, kemirgenler, köşe dönücüler, namussuzlar, üç kağıtçılar, dolandırıcılar, vurguncular nasıl oluyor da her dönem varlar? Özellikle son otuz yılda pirpirim tohumu gibi nasıl olur da çoğaldılar? Üstelik böyle bir hayatta yaşamaları kendilerine verilmiş bir lütufmuş da başlarına ne gelirse gelsin da minnet, şükran ve sükûnla karşılama hâli ve belleksiz yaşamaları beni deli ediyor. Kişiliklerini, vicdanlarını ve kimliklerini yarım ton kömüre, beş kilo una ve şekere satışları, kendimi bok gibi hissetmeme neden oluyor.
'SERT DİLDEN BAŞKA SEÇENEĞİM YOKTU Kİ'12 Eylül’den bu yana insanların bu mağlubiyete rıza durumdan bir an önce kurtulması gerekiyor-du. Çünkü, Türkiye’nin yüreğinde, tam kalbinde bir travma oluşmuştu. Öyle bir travma ki, toplumsal bilincin yitirilmesine, toplumun tüm niteliklerinin ve kimyasının değişmesine neden olmuştu. Elbette, 12 Eylül darbesini; otuz yıl öncesinden şimdiye kadar lanetlediğimizi bir an tereddüt etmeden hayatla paylaşmıştık ama bu laneti şimdi hangi dille anlatacağımı seçememiştim. Sert dilden başka seçeneğim yoktu ki.
‘Bütün bunlara rağmen’ diye biten kitaplardan mı 'Faili Meçhul Öfke’? Yani kitabın arka kapağında da yazdığı gibi direnerek umut mu etmeliyiz?Bu beklentileri anlatırken neler eksiltiliyor benden bilmiyorum ama bazen o davetsiz duygularımın eseri direnerek umut etmek, beni tavan arasına kilitleyen o hoyrat bakıcının içeride unuttuğu yedek anahtarı aramayı hatırlatıyor, belki de kapıları yumruklamak yerine. Farkındasınız değil mi? O ertelenmemeli beklentileri anlatırken üst üste dizilmiş, çapraz birleştirilmiş bulmaca sözcükler yığılıyor üst üste. Ertelettiğimiz zamanlarda mı, eskittiğimiz ve eskittiğimiz o kadar çok şey çoğalıyor ki. Her şey kabulümüzse; çağlar boyu öğrendiklerimiz, otuz yıla sığdırılmışlarımız elbet direnerek umut etmeliyiz. Başka tutunacak dalımız var ki? Hayattan kopartacaklarımız olgunlaşmış bizi beklerken tüketilmiş sözcüklere sığınmayı asla düşünmedim, siz de düşünmeyin.
TV'DEKİLER SIRADAN AŞK DİZİLERİNE DÖNÜŞTÜLER12 Eylül ve sonrasını konu alan dizileri TV dizilerini – Çemberimde Gül Oya, Hatırla Sevgili, Bu Kalp Seni Unutur mu?- değerlendirmenizi istesem…Bu anlamda üretilen yapıtları küçümsememiz gerek. Yalan yok, hepimizin belleklerine birer çomak soktular, vicdanlarımızı harekete geçirdiler. Özellikle ilk bölümler, insanı kıskıvrak yakalayan bölümlerdi. Ancak bu dizilerin çoğunluğu başlattığı gibi bitmedi, onlar da gerçek hayatta olduğu gibi piyasanın isterlerine boyun eğdiler ve çok geçmeden sıradan aşk dizilerine dönüştüler.
Bundan sonraki kitabınızdan bahsedebilir misiniz? İkinci romanımı bu yıl sonlarında okuyucularla buluşturmayı planlıyoruz. İsmi “Hâki” olacak, üçüncü romanımda gelecek yılın ortalarında. Onun ismi de “Küf.” Bu romanlarımı yazıyorum değil. Yazılmış da bekleyenler. Faili Meçhul Öfke’yle birlikte tasarlandı, yazıldı. Ama şimdi ince işçilikleri ve kurgulama bir daha gözden geçirilecek.
12 Eylül'den Engin Çeber'e 'Faili Meçhul Öfke'

Aşklarıyla ve büyüleyici tatlarıyla İtalya

Kılavuz kitap 'Lokanta ve Şarap Rehberi - İtalya' sayesinde, Toscana’nın en güzel ve aynı zamanda en salaş balık lokantasında lezzetli bir deniz kereviti yiyebilir veya Orcia vadisinde Ortaçağ’dan kalma bir handa, eski pecorino peynirinin yanında yıllanmış bir Brunello şarabı içebilirsiniz. Veya güney İtalya’da sıcacık bir dağ kasabasında kestane ağaçlarının gölgesinde Dünyanın en güzel ravioli’sini yerken cennette olduğunuzu hayal edebilirsiniz.
Piemonte’ye giderseniz, Slow Food hareketinin merkezi olan “yoldaş” işi bir lokantada muhteşem bir makarna veya tren istasyonunun yanındaki samimi aile lokantasında çok çok ucuza güzel bir dana eti yiyebilirsiniz. Venedik’te, bir öğlen, Muro’nun şarap barında neşe dolu yöre esnafıyla demlenebilir, akşam Romantik bir restoranda enfes deniz ürünlerinin tadını çıkarabilirsiniz.
Aşklarıyla ve büyüleyici tatlarıyla İtalya

Şafak: Kelimelerle hayal kurmayı seviyordum

NEW YORK - Son romanı "Aşk" ile gündemde olan gazeteci-yazar Elif Şafak, ABD'nin New York kentinde düzenlenen imza gününde okuyucularıyla buluştu.
Şafak, yazarlığa nasıl başladığını, gençlik ve üniversite yıllarını, kitaplarında kullandığı dili ve karakterlerin özelliklerini okuyucularına anlattı.
Amerikalı bir okuyucunun sorusu üzerine "sufizm" ile ilgili düşüncelerini paylaşan Şafak, "Niçin yazarlığı seçtiniz" sorusunu ise şöyle cevapladı:
"Ben yazarlığı çok küçük yaşta seçmedim. Yazarlığın bir Yaşam biçimi olduğunu da bilmiyordum. kitap okumak benim için önemliydi. Her kitap bir kapı açtı. Çok genç yaşta yazmaya başladım. 8-9 yaşlarında yazıyordum. Bunun nedeni de tek başına bir çocuk olarak büyümemdir. Çoğu zaman tek başımaydım. Kelimelerle hayal kurmayı seviyordum. 20'li yaşlarımın başında yazar olmaya karar verdim. Diğer kısım ise egolarımızla ilgili. Yazar olmaya karar verdikten sonra kendimi tamamen bu işe verdim. Yani önce yazma isteği geliyor, sonra da iyi bir yazar olma arzusu."
Okuyucularının sorularını akıcı bir ingilizce ile cevaplandıran Elif Şafak'ı dinleyenler arasında, Leyla Alaton, Can Kıraç gibi tanınmış isimler de vardı. Şafak'ı eşi, Hürriyet gazetesi yazarı Eyüp Can da yalnız bırakmadı.

Şafak: Kelimelerle hayal kurmayı seviyordum

Batman Supermen i dövdü

DALLAS - ABD'nin Dallas kentinde düzenlenen müzayedede, kimliği açıklanmayan bir kişi adına satılan çizgi romanın 1960'ların sonunda 100 dolara alındığı belirtildi.
Alıcısı da açıklanmayan kitap için ödenen miktar, bir çizgi romana ödenen en yüksek meblağ oldu.
Batman Supermen'i dövdü

Kitap fuarı sırası Bursa da

BURSA - Tüyap Bursa Fuarcılık Anonim Şirketi tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile düzenlenen Bursa 8. kitap Fuarı 27 Şubat-7 Mart tarihleri arasında Tüyap Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecektir.
Yaklaşık 220 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenecek Bursa 8. Kitap Fuarı’nda söyleşi, panel, Şiir dinletisi ve çocuk etkinlikleri gibi 90’a yakın etkinlik gerçekleştirilecektir.
Okur ve Yazar Buluşmaları Fuara katılacak yazarlar server Tanilli, İnci Aral, Sunay Akın, Üstün Dökmen, Adnan Binyazar, Ataol Behramoğlu, Ahmet Telli, Erdal Atabek, Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner, Haydar Ergülen, Özcan Karabulut, Cemil Kavukçu, Canan Tan, Mine Soysal, Ercan Karakaş, Şükran Soner… gibi pek çok değerli yazar, Şair ve Bilim insanı etkinliklerde yer alacak. Dokuz gün süresince imza günleri ve etkinliklerde 600 yazar Bursa’lı okurıyla buluşacak.
Kitap Fuarı kapsamında 7 Mart Pazar günü TÜYAP ve Nilüfer Belediyesi Kent Konseyi Kadın Meclisi ortak etkinliklerle 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlanacak. Gün boyu sürecek etkinlikler panel, belgesel Film gösterimleri, söyleşi ve Sevgi Korosu’nun seslendireceği bir dinletiyle sona erecektir.
Kitap fuarı sırası Bursa'da

Masumiyet Müzesi ilk 10 a kalamadı

LONDRA - "Three Percent" adlı New York'taki Rochester Üniversitesi'ne bağlı bir uluslararası Edebiyat internet sitesinin 2007 yılından bu yana verdiği 'İngilizce en iyi Çeviri Ödülü'nün bu yılki 25 adayından 15'i önceki gün elendi.
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un İngilizce'ye çevrilen son romanı 'Masumiyet Müzesi' de adaylar arasında ilk 10'a kalamadı.
23 farklı ülkeden, 17 farklı dilde yazılan eserler arasından geriye kalan 10 adayın, "kitabın orjinalliği ve çevirisi" dikkate alınarak belirlendiği kaydedildi.
'İngilizce En İyi Çeviri Ödülü'nü alacak roman, 10 Mart 2010'da açıklanacak.
10 Roman adayı, yazar ve ingilizce çevirmenleri şöyle: -Cesar Aira, "Ghosts" (İspanyolca'dan İngilizce'ye çeviren Chris Andrews) -Gerbrand Bakker, "The Twin" (Felemenkçe'den İngilizce'ye çeviren David Colmer) -Ignacio de Loyola Brandao, "Anonymous Celebrity" (Portekizce'den İngilizce'ye çeviren Nelson Vieira) -Hugo Claus, "Wonder" (Felemenkçe'den İngilizce'ye çeviren Michael Henry Heim) -Wolf Haas, "The Weather Fifteen Years Ago" (Almanca'dan İngilizce'ye çeviren Stephanie Gilardi ve Thomas S Hansen) -Gail Hareven, "The Confessions of Noa Weber" (İbranice'den İngilizce'ye çeviren Dalya Bilu) -Jan Kjaerstad, "The Discoverer" (Norveççe'den İngilizce'ye çeviren Barbara Haveland) -Sigizmund Krzhizhanovsky, "Memories of the Future" (Rusça'dan İngilizce'ye çeviren Joanne Turnbull) -Jose Manuel Prieto, "Rex" (İspanyolca'dan İngilizce'ye çeviren Esther Allen) -Robert Walser, "The Tanners" (Almanca'dan İngilizce'ye çeviren Susan Bernofsky)
Geçen yılın "en iyi çeviri kitap ödülünü", Imre Goldstein tarafından Macarca'dan İngilizce'ye çevrilen Attila Bartis'in "Tranquility" kitabı almıştı. Bartis'in kitabı "Sessizlik" adıyla Türkçe'ye de çevrilmişti.
'Masumiyet Müzesi' ilk 10'a kalamadı

Bram Stoker korkutmaya devam ediyor

İSTANBUL - İrlandalı yazar Bram Stoker’ın tüm dünyaya tanıttığı, tüm zamanların en bilinen vampiri 'Dracula', Çizgi Roman Dünya Klasikleri serisinin yedinci kitabı olarak piyasada.
Fransız sanatçı Pascal Croci’nin hem de çizip hem de senaryolaştırdığı bu olgunluk albümü, gotik ve Fantastik edebiyata büyük katkı sağlıyor. Gerçekçi ve korku dolu bir ambiyansta 'Dracula' efsanesinin ortaya çıkışına tanıklık ediyoruz.
'Dracula' konulu bu çizgi romanı gerçekleştirmek için tam 20 yıl bekleyen sanatçı, onu müthiş büyüleyen bu karakteri ergenlik yıllarında keşfetmiş. Bram Stoker’ın kitabından yola çıkan Croci, yazarın anlattıklarının öncesi üzerine bir öykü daha çizmiş. Birinci kitapta tarihsel bir kişilik olan Vlad Tepeş’in (Kazıklı Voyvoda), Bram Stoker’ın romanındaki entrikanın üstüne kurulu hikâyesi anlatılıyor.
Çizgi Roman Dünya Klasikleri serisinde bir arada yayınlanan birinci ve ikinci kitaplar bir ikiz tablo işlevi taşıyor, ama birbirlerini tamamlayan iki ayrı öykü olarak değil. Her biri ötekinde sorulan sorulara cevap vererek birbirlerini zenginleştiriyorlar. Eflak ve Boğdan Prensi Vlad Tepeş’i, yani Kazıklı Voyvoda’yı anlatan birinci kitap, kurgusal birtakım unsurlar barındırmakla birlikte tarihsel bir öykü olarak düzenlenmiş; buna karşılık Bram Stoker’ın anlatımlarını içeren ikinci kitap fantastik bir masalmış izlenimi veriyor.

Pascal Croci’nin çizimleriyle hayat bulan 'Dracula'’nın her sayfası bir tablo gibi, belki de Fransız sanatçı 20 yıl beklemekle iyi etmiştir, kimbilir...
Senaryo: Pascal Croci ve Françoise-Sylvie Pauly Çizen ve renklendiren: Pascal Croci Çeviri: Alev Er
Kitap I - 'Dracula', Eflak ve Boğdan Prensi Vlad Tepeş (Kazıklı Voyvoda) Kitap II - 'Dracula', Bram Stoker’ın anlattığı efsane SERİNİN DİĞER KİTAPLARI:
MACBETH, DAVA, FRANKENSTEIN, SUÇ ve CEZA, MADAM BOVARY, SAVAŞ VE BARIŞ
İLGİLİ HABER
Okyay: Klasik korkusu çizgi romanla bitecekÇizgi Roman Klasikleri'nden 'Madam Bovary'Çizgi Roman Klasikleri 'Dava' ile devam ediyorMacbeth ve Dava’nın ardından FrankensteinÇizgi Roman Klasikleri'nden 'Suç ve Ceza''İnce Memed' çizgi roman olsun
Çizgi Roman Dünya Klasikleri internet yoluyla ntvyayinlari.com adresinden ve 0212 304 08 92 numaralı çağrı merkezinden indirimli temin edinilebilir.
Bram Stoker korkutmaya devam ediyor

İstisnai bir yaşam: Dick Francis

istanbul - 89 yaşında hayata gözlerini yuman polisiye-gerilim romanlarının ünlü yazarı Dick Francis, son yıllarını geçirdiği Karayipler’deki Cayman adasında okurları ve sevenlerince son kez selamlanmaya hazırlanıyor. Cayman’daki cenazenin ardından Francis için Londra’da da bir tören düzenlenecek.
Üç kez aldığı Edgar Allen Poe ödülü başta olmak üzere pek çok Edebiyat ödülünün sahibi olan Dick Francis’in 1920’de Galler’de başlayan Yaşam öyküsünün yazarlığa evrilme süreci, sıradışı bir kariyer çizgisini gözler önüne seriyor. 15 yaşında Eğitim yaşantısına nokta koyan ve baba mesleği jokeyliğe yönelen Francis, 2. Dünya Savaşı’na Savaş Uçağı pilotu olarak katıldıktan sonra hipodromlarda başarılı sonuçlar elde etmeye başladı. 350’den fazla yarışı galibiyetle sonuçlandıran Francis, 1953 ve 1957 yılları arasında Ana Kraliçe Elizabeth’in (Kraliçe Elizabeth’in annesi) jokeyi olarak pistlerde boy gösterdi.
Her yıl bir yeni Roman 1957’de jokeyliği bırakan Dick Francis, Sunday Express gazetesinde At Yarışı muhabiri olarak görev yapmaya başladı. Francis 1962’de yazarlık kariyerini bir adım öteye taşıyarak ilk romanını yayınladı. Francis, en çarpıcı özelliği olan yazı disiplinini, müteakip 38 yıl boyunca yılda bir roman yayınlayarak ortaya koydu. Yazar, roman yazmadan geçirdiği tek yıl olan 1998’de ise kısa öykülerinden oluşan bir kitap yayınladı.
Kaleme aldığı polisiye-gerilim romanlarının bir kısmının kahramanı kendisi gibi jokey olan Francis; eserlerinde gazeteci, Ressam, muhasebeci ve diplomat gibi kahramanlara da yer verdi. Kendi yaşamından ilhamla, kayda değer sayıda at yarışı temalı romanlar kaleme alan Dick Francis’in eserlerindeki derinlik belki de en iyi şekilde, bir Eleştirmen tarafından Newsweek dergisine şu cümleyle ifade edilmişti: “Atları sevmediğiniz için Dick Francis’i okumamak, Tanrı’ya inamadığınız için Dostoyevski’yi okumamaya benzer”.
'İyi ahlâklı' kahramanlar Francis’in polisiye romanlarının kahramanları, James Bond kadar becerikli, girişken ve çapkın olmakla beraber, şövalyece bir ahlak ve nezakete sahip olmalarıyla tanınıyorlar. Pek çok eserin sonunda da eşlerine sadık kocalar olarak okurun huzurundan çekiliyorlar. Kahramanlarının bu tavrını Francis bir röportajında şu sözlerle açıklamıştı: “Romanlarımdaki ana karakterlerden, benim yapmayacağım şeyleri yapmalarını asla istemem”.
1962’den itibaren her yıl bir roman yazan Francis, Ocak ayının birinci günü yazmaya başlar ve Eylül ayında yayınlanması planlanan kitabının taslağını 8 Nisan’da yayıncılarına teslim ederdi. Francis bu sistematiği yalnızca bir kere, o da eşinin hastalığı yüzünden aksattı: Taslağı yayınevine 2 hafta gecikmeli teslim etti.
İstisnai bir yaşam: Dick Francis

Erotik romanın AİHM zaferi

STRASBOURG - Avrupa insan hakları Mahkemesi (AİHM), Fransız yazar ve Şair Guillaume Apollinaire'in erotik öğeler içeren "On Bir Bin Kırbaç" adlı romanına Türk mahkemeleri tarafından getirilen yasağı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı buldu.
AİHM, Avrupa Edebiyat mirasının bir eseri olarak nitelediği romanın toplatılması kararı için "demokratik bir toplumda gereksiz bir uygulama" hükmünde bulundu.
Apollinaire'in romanı 1999 yılında Hades yayınları tarafından basılmış, ancak İstanbul Savcılığı "cinsel arzuları tahrik ve istismar ettiği" gerekçesiyle Türk Ceza Kanunu'nun 426 ve 427'inci maddelerine dayanarak, yayınevi sahibi Rahmi Akdaş hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Akdaş, açılan dava sonunda ağır para cezasına mahkum edilmiş ve kitap da toplatılmıştı.
Davacı, Yargıtay'ın da kararı onamasının ardından, ifade özgürlüğü ile adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle 2004 yılında AİHM'ye başvurmuştu.
AİHM; ahlaki konularda devletlerin geniş takdir yetkisine sahip olduklarını kabul etse de, bu yetkinin Avrupa edebiyat mirasının parçası olan bir romanın Türk okurlara erişmesini engellemeye kadar gidemeyeceği sonucuna vardı.
Mahkeme, davacı hakkında Türk mahkemeleri tarafından hükmedilen cezanın, sosyal bir ihtiyaçtan kaynaklanmadığı, hedeflenen amaçla orantılı olmadığı ve demokratik bir toplumda gereksiz bir uygulama olduğunu vurgulayarak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ifade özgürlüğüyle ilgili 10'uncu maddesinin ihlal edildiğine hükmetti.
Davacının adil yargılanma ve mülkiyet haklarıyla ilgili taleplerini incelemeyi gereksiz gören AİHM, davacı talep etmediği için herhangi bir tazminata da hükmetmedi.
Erotik romanın AİHM zaferi

Dahilerin gizli yönlerini dünya ondan okuyor

WASHINGTON - ABD'deki seçkin üniversitelerde Türkiye'yi temsil eden, kitaplarıyla adını dünya çapında duyuran bilimadamı ve sanatçı Bülent Atalay, hayat hikayesini ve kitaplarıyla ilgili serüvenini, Frederiksburg'daki mütevazı, fakat her karesi sanatla iç içe olan evinde anlattı.
Hayranı olduğu Leonardo ile matematik ve sanatı bir araya getirdiği 6 yıllık çalışması "Matematik ve Mona Lisa"'nın ABD'de 20, Türkiye'de 4 kez basılması ve Japoncadan Portekizceye 12 dile çevrilmesinin ardından, bu günlerde "çocuğu gibi olan" son kitabı "Leonardo'nun Evreni"nin beğeniyle okunmasının keyfini yaşayan Atalay, önümüzdeki dönemlerde de diğer dahilerin gizli yönlerini okuyucularıyla paylaşacak.
BEETHOVEN 12'YLE 12'Yİ ÇARPAMAZDI, AMA...Kendisinden 3-4 yeni kitap daha istendiğini belirten Atalay, şimdi de tüm zamanların en önemli üç dahisi olan Beethoven, Newton ve Leonardo'yu tek kitapta birleştirmeye hazırlanıyor.
Bugüne kadar Nobel ödülü almış son derece zeki 22 Bilim adamı tanıdığını, ama tarihte sadece Leonardo, Michelangelo, Shakespeare, Beethoven ve Newton'un üstün dahiler olduğunu ifade eden Atalay, şunları söyledi:
"Leonardo, kendi kendine öğreniyor her şeyi. Eğitim almadığı için solaktı ve ters yazardı, ayna koymak lazım onun yazılarını okumak için. Yüzlerce yıl ileriyi görüyor ve bütün bunlar hep kendi merakından kaynaklanıyor. Aynı şekilde Newton da öyleydi. Newton, tarihi en çok değiştiren dahi. 1663-1665 yıllarında çok kötü veba hastalığı Avrupa'dan İngiltere'ye yayılmaya başladığında, üniversite kapanınca Newton köyüne gidiyor, 18 ay sonunda tüm fiziği icat ediyor; keşfetmek değil, icat ediyor.
Beethoven'ın müziği ise Dünyanın en muazzam müziği. Beethoven hiç matematik bilmezdi, 12'yi 12 ile çarpamazdı, tek tek yazardı, ama onun 9. senfonisinde matematik var, altın oran numaraları çıkıyor. Sanatkar matematiği bilmediği halde, bu altın oranı buluyor kendiliğinden. O nedenle bu dahileri yazmak istiyorum. Ayrıca Newton'un ayrı olarak 'Newton'un Mucize Senesi' başlığıyla fiziği icat ettiği dönemi yazacağım."
LEONARDO GÜNÜMÜZDE YAŞASAYDI...Bülent Atalay, "Bu Bilim Adamları günümüzde, şimdiki imkanlarda yaşasalardı, dünya nasıl olurdu" sorusuna şu yanıtı verdi:
"Bu soruyu devamlı düşünüyorum. O dönemde de gayri meşru çocuk olmasaydı babası gibi noter olurdu. Çok şükür ki gayri meşru çocuk. Geri gidebilseydim Leonardo'ya bilmediği fiziği, anatomiyi anlatmak isterdim, oradan bizi nerelere götürürdü şimdi. Fizikçi olarak Newton'la konuşmak isterdim, onun başlattığı şeyler bizi nereye getirdi, o olmasaydı sanayi devrimi olmayacaktı, onunla paylaşmak isterdim."
HAYATA GELMESİNE ATATÜRK NEDEN OLDUUlu önder Atatürk'ün de dahi olduğunu belirten Atalay, onun "Dağların Kralı" isimli kitapta 20 yüzyılın en büyük lideri seçildiğini anımsatarak, "Liderler genellikle yüksek zekalı değildir, ama Atatürk bir dahiydi. Yine de onu yazmak biraz zor, onu incelemek için bir hayat lazım" dedi.
Dünyaya gelmesine biraz Atatürk'ün neden olduğu anlatan Atalay, büyük babası İsmail Hakkı ile Atatürk'ün çocukluk arkadaşı olduğunu, Çanakkale'de birlikte savaştığını ve Atatürk'ün Diyarbakır'da büyük babasına ölümünden sonra babaannesi ve babasıyla ilgilenme sözü verdiğini anlattı. "Ama harp bitmeden babaannem İstanbul'a geçtiği için Atatürk bizi bulamıyor" diyen Atalay, babası Kemal Atalay'ın yolunun Harp Okulundan mezun olurken Atatürk'le kesiştiğini belirterek şu ifadeleri kullandı:
"Diploma törenine Atatürk de geliyor. O zaman sordum, 'İsmail Hakkı'nın oğlu olduğunu söyledin mi' diye, 'Torpil olur diye söylemedim' dedi. Sonra birkaç sene daha geçiyor. Annemin babası Doktor Bahaddin Faik Gökdemir'in ABD'den dönmesiyle annemle babam 1935-36 yıllarında tanışıyor. Ama dedem 'Tek kızımı subaya vermek istemiyorum, yine bir harp çıkacak, kızım dul kalacak' diye kızını vermiyor. 1-2 ay sonra babamın alayı, Atatürk'ün muhafız alayı olarak baloda bulunuyor. Atatürk babamın yanına gidiyor ve 'Sizi tanıyorum, Harp Okulunu birinci bitirmiştiniz' diyor ve onu İsmet İnönü'nün yanına oturtuyor. 'Evli misiniz' diye sorunca, babam da 'Hayır, bir doktorun kızıyla evlenmek istiyordum, ama kızını subaya vermek istemiyor' diyor. Atatürk şaşırıyor, yaverini çağırıyor, bir şey diyor. Yemekten sonra yaver yanına gelince, 'Haydi beraber gidip doktoru göreceğiz' diyor. Büyük babam, Atatürk gibi bir misafir karşısında hemen kızını veriyor. 1938 yılında evleneceklermiş, ama Atatürk ölünce bir sonraki yıl evleniyorlar. Yani Atatürk, babamın arkadaşının oğlu olduğunu bilmeden ona yardım ediyor ve dedemi ikna edip annem ve babamın evlenmesini sağlıyor."
LEONARDO'NUN GİZLİ SIRLARI YOKTULeonardo'ya yönelik özel ilgisini de anlatan Atalay, Leonardo'nun "Göz bebeği ruhun penceresidir" sözünü hatırlatarak, 7-8 yaşlarında Londra'daki evlerindeki ünlü portrelerde "ruhsuz bakan ve gözü kapalı olan" insanların gözlerini çiviyle açtığını anlattı.
"Sanat hayatım resimleri bozmakla başlamış oldu, ama Leonardo'nun o sözünün gerçekliğini çocukken hissetmiştim" diyen Atalay, "Ölü Ozanlar Derneği" filminin çekildiği St. Andrews okulundayken matematik ve sanatla ilgili verilen bir konferansın da hayatını değiştirdiğini söyledi.
Atalay, üniversiteye başvurusunda "doktorluk-physician" talebinin, "fizikçi-physcist" olarak algılanması nedeniyle fizik eğitimi aldığını ama ömrü boyunca tıpkı Leonardo gibi sanat ve matematikle iç içe yaşadığını belirterek, "Bir ara anladım ki, benim yaptığım matematikle sanatın birleşme noktasında Leonardo var, o da aynı şekilde görmüş" dedi.
Ardından Leonardo üzerine çalışmaya başladığını ve hayatında "part-time" olarak sadece 12 resim yapan bu dahinin dünyanın en meşhur iki resminin sahibi olmasının "inanılmazlığının" kendisini etkilediğini ifade eden Atalay, ilk kitabının isim bulma öyküsünü de şöyle anlattı:
"Aslında iki Leonardo diye kitap yazmak istedim; Leonardo Fibonacci ile Leonardo da Vinci. 'Kitabın sadece yüzde 5'i Fibonacci, başka isim bulalım' dediler. 'Leonardo'nun Modeli' diyelim dedim. Aradan 1 yıl geçti, kitabı bitirince yine çağırdılar; 'Bu şekilde satılması zor, başka isim bulalım' dediler. Ben de nasıl olacak diye sorarken, daha orada basılmış 'Matematik ve Mona Lisa' kapağını gösterdiler. Basılmıştı bile. Şu anda 12 lisana çevrilmiş durumda."
Leonardo'nun "Da Vinci Şifresi" filmindeki gibi gizli sırları bulunmadığını belirten Atalay, "O kadar üstün zekalı insanlar kiminle konuşabilecek, onun için kendi hayallerinde, düşüncelerinde hapis olarak kalıyorlar. Da Vinci Şifresi aslında saçma bir Film, ama yazarı son derece iyi" dedi.
Atalay, Leonardo'nun eserlerinde de görülen ve kendisinin de önem verdiği "altın oran"ın da doğada bulunduğunu ve eski dönemlerde de kullanıldığını söyledi. Efes'teki Artemis Tapınağının da bu orana göre yapıldığını belirten Atalay, "Leonardo bunu çok kullanıyor, ama filmdeki bir sihri yok" diye konuştu.
KRALİÇE ELİZABETH, MEKTUP YAZIP KİTAPLARINI İSTEDİFizikçi olmanın ötesinde resim çalışmaları Beyaz Saray, Buckhingham Sarayı ve Smithsonian Enstitüsü gibi önemli yerlerde sergilenen Atalay, İngiltere Kraliçesi Elizabeth ile ilgili bir anısıyla ilgili şunları söyledi:
"1973-1975 yıllarında Oxford'daydım, birkaç yıl evvel de resim kitabım basılmıştı, (dönemin ABD Başkanı Richard) Nixon'ın ailesi, kitabı İngiltere Kraliçesi'ne vermişti. Kraliçe bana, 'İngiltere'de böyle resim ve gravürler yapmaz mısınız" diye mektup yazdı. Ben de onun sözleri üzerine 'Oxford ve Civarı' diye kitap çıkarttım, Kraliçe beğendi, "Kitabı çok beğendim, bundan sonrasını gönderir misiniz" diye yine mektup yazdı. Ben de teorik fizik kitabı çıkarmıştım, onu gönderdim, bir daha mektup gelmedi, demek ki sanatı beğenmiş, ama teorik fiziği beğenmemiş."
ÖĞRENCİLERE TAVSİYELERİ13-14 yaşlarında babasının işi nedeniyle geldiği ABD'de o günden bu yana yaşayan, Georgetown Üniversitesinden mezun olan ve Princeton, California-Berkeley, Oxford gibi üniversitelerde de akademik çalışmalarına devam eden Atalay, öğrencilere tek alanda sıkışıp kalmamaları ve farklı alanları okumaları tavsiyesinde bulundu.
Dahilerin gizli yönlerini dünya ondan okuyor