Yazıları üzerinden tanışan, birbirini seven, eylemlere giden insanlar var onun. Kimisi nişan davetiyesine bir yazısını alıyor, kimi cüzdanında çocuğunun ya da sevgilisinin fotoğrafının yanında gazeteden kestiği bir yazısını saklıyor. Onlar Ece Cumhuriyeti’nin birer üyesi.
Yazıları üzerinden insanları birbirine bağlayan Ece Temelkuran ise hayatla bağlı. Onun için hayat sadece yaşadığı ülke değil. Tüm insanların ortak acılarından, kederlerinden etkilenen bir dünya vatandaşı o. Her daim ezilenin yanında olup, onların acılarını paylaşsa da içinde bir yerde çocukluğunu saklayabilmiş ve gülüşüne yerleştirmiş.
“Muz Sesleri”ni yazmak için neden Beyrut’u seçtiniz? Aslında ben Beyrut’ta başka bir şey yazacaktım ama bu hikâye beni orada buldu. Beyrut’a gideyim ve
kitap yazayım diye başlamadım çalışmaya. Aslında Oxford Üniversitesi’ndeki iki merkezle beraber; İslami Çalışmalar Merkezi ve
Avrupa Çalışmaları Merkezi başka bir çalışma yapacaktım. Benim Hizbullah ile görüşmem gerekiyordu. Hizbullah’ın siyasi şura üyeleri, basınla ilişkilerini yürüten İbrahim Musavi, onlarla konuşurken bu hikâye geldi beni buldu. Ayrıca gazeteciliğe ara vermem gereken bir zaman olduğunu düşünüyordum çünkü hem
Televizyon hem köşe yazıları yüzünden fazlasıyla bir tüketim nesnesi haline geldiğimi hissediyordum. Ana yurdum olan edebiyata gidip soluklanmam gerekiyordu ve bunu bana yaptıracak kadar güçlü bir hikâyeyi ancak Beyrut verebilirdi. İnsan ancak savaşla, ölümle iç içe olan bir ülkede bu kadar çatışmalı ve hakiki hikâyeler bulabiliyor. O yüzden Beyrut. Beni ancak o kandırabildi.
Ana yurdum edebiyata dönmem gerekiyordu diyorsunuz. Gazetecilikten mi sıkıldınız? Sıkıldığımdan değil ama köşe yazarlığının da gazeteciliğin de artık yanlış bir yerde olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin gündeminden yıprandım. O kadar tuhaf bir şey ki bu… Beyrut çok küçük bir şehir. Lübnan çok küçük bir ülke ama orada olanlar dünya ile ilgili, orada yaşayanlar da dünya ile ilgili insanlar. Bizim gündemimiz ise sadece bizi ilgilendiriyor ve bunu başka bir dile çevirmek çok zor. Bir İngiliz’e Ergenekon davasını anlatmaya çalışın bakalım yapabiliyor musunuz? Ben yapamıyorum. Bu da bizi fazlasıyla kendi hikâyemize mahkûm ediyor. Ben kendi hikâyeme mahkûm olmak istemiyorum. Orhan Pamuk’a vaktiyle çok eleştiri getirildi. Kimi zaman ben de eleştirel baktım ama şimdi daha iyi anlıyorum onu.
Orhan Pamuk kendi hikâyesine mahkûm olmak istemeyen bir adam. Bu bir insan hakkı olmalı, kendi hikâyelerinden çıkıp gitmek. Beyrut’a giderek biraz da bunu yaptım. Bu
Roman benim eve dönüş biletim gibi bir şey. Bütün kitaplarımı severek yazdım ama bunu ayrı seviyorum.
Kitapta unutmak üzerine bir cümle var. Siz Beyrut’a neyi unutmak için gittiniz? Benle ilgili bir şey değil. Kitaptaki çoğu şey benle ilgili değil zaten. Ama insanlar herhalde en çok kendilerini unutmak istiyorlar, zira bir ömürde bir hayat olma haksızlılığını ancak kendinizi unutarak başka bir şehre gidince yenebilirsiniz. Sanıyorum insanlar en çok bir önceki kendilerini unutmak istiyorlar ve bir sonraki kendilerini doğurmak için öyle bir tabula rasaya gidiyorlar. Beyrut’ta bunu sunan bir şehir çünkü hafıza ile ilişkisi çok karmaşık, heyecanlı ve problemli. Bu yüzden de hafızasıyla, unutmakla, hatırlamakla ilgili problemleri olanlara boş bir alan sunuyor. Beyrut’ta ne olmak istiyorsanız o olursunuz. Mesela piyanistler görürsünüz üçgen vücutlu. Adamın parmakları bile tuşlardan daha kalındır ve piyanist olduğunu söyler. Saksafon çalan adamlar görürsünüz günde üç paket
Sigara içerler. O insanların söyledikleri kişiler olmadıklarını bilirsiniz ama kim olduklarını soracak kadar da zamanınız olmaz. Çünkü Beyrut başınıza öyle işler getirir ki bu an bütün anları ele geçirir. Sanıyorum herkes bu yüzden biraz Beyrut’a gidiyor.
Kitapta Ortadoğu’nun hikâyelerinin yağmalandığından bahsediyorsunuz. Türkiye’de bu bağlamda Ortadoğulu mu sizce? Aklıma Londra’da gördüğüm kitaplar geldiği için öyle bir pasaj var. Ortadoğu’nun hikâyelerini alıyorlar, yağmalıyorlar ve onları Amerika’daki ev kadınlarının okuyabileceği hale getirip satıyorlar. Bunu daha çok Batılı yazarların Ortadoğu’ya gelip yazdığı kitaplarda ya da Ortadoğu’daki yazarların Batı’ya sadece kendilerini anlattığı kitaplarda görebiliriz. Sadece Batıya yazdığınız zaman Ortadoğu’dakiler size gülüyor çünkü
Komik oluyor. Bu gülüş, onlarla edilen bu alay Batıya ulaşmıyor. Dolayısıyla Batı kendi kendisine bir
Ortadoğu hikâyesi dinleyip eğleniyor. Biz bunu sık sık yaşıyoruz. New York Times’ta ya da bir gazetede Ortadoğu ile ilgili son derece kaba anlatılmış hikâyeler okuyoruz ve onun öyle olmadığını biliyoruz. Sonrasında biraz kederli bir şekilde gülüyoruz. Sözünü ettiğim şey buydu ve bu bağlamda Türkiye’nin Ortadoğulu olduğunu düşünüyorum. Hikâyelerimiz oradaki halkların hikâyeleri gibi yağmalanmış ve döküntüleri bize geri satılmış. Bu bakımdan Ortadoğuluyuz.
Muz seslerini hakikaten duydunuz mu? Nasıl öğrendiniz muzların ses çıkardığını? Yok, duymadım ama var. 2006’da savaştan bir hafta sonra foto muhabir arkadaşım sevgili Yurttaş Tümer’le birlikte Lübnan’a gittiği zaman cahil cesaretiyle Güney Lübnan’a da gittik. Yollarda patlamamış bombalar ve bir sürü kontrol noktası vardı. Hizbullah’ın milisleri, Fransız askerleri, başka ülkelerin askerleri, BM askerleri var. O keşmekeş içinde baktım ki yolların kenarlarında muz tarlaları… Mavi torbalara alıyorlar muz hevenklerini. Onlar o torbalar içinde duruyorlar sessizce. Sonra bunu döndüğümde editörüm ve dostum Çiğdem Su’ya anlatırken annesi Özün Hanım, “Biliyor musun muzlar doğum yaparlar. Öyle çıkarlar ve tek tek ayrılırlar. Ayrılırken çuk çuk çuk sesler çıkar” dedi. Sonra ben Beyrut’a gidip romanı yazmaya karar verdiğim zaman bunu sormaya karar verdim. Beyrut’ta kimse bilmiyordu. Mihmandarımla Güney’e doğru indim . Muz tarlalarında durup orada çalışan insanlarla konuştum “Muzun sesi var mı” dediğim adamlar “çuk çuk çuk” diyerek o sesi taklit etmeye başladılar. O an gerçekten böyle bir şeyin varolduğuna emin olduk.
Yaşar Kemal’e kitabı okutmuşsunuz ve beğenmemiş ilk başta. Neler dedi size? Önce beğenmedi evet. Sonra ben Beyrut’tayken telefon etti. Yaklaşık yarım saat konuştuk ve dedi ki, “Bir daha yaz. Bir daha yaz. Korkma bir daha yaz.” Çünkü gazetecilikle edebiyata o kadar ihanet ettim ki beni geri almayacak sandım, onun için de romanı yazmaya çok korkak başladım. Sonra edebiyatın beni aldığını anlayınca birazcık daha kendim gibi yazmaya başladım. Yaşar Kemal’de tam o korkma sürecinde çok yardım etti ve tabii Ayşe Baban da… Beyrut’ta birazcık kalbim kırıldı ama iyi bir şey bu, kalbin kırılması.
Aşk nedir sizce? Bir iç savaştır
Aşk bir neden arar kendine. Aşk bir kere başladıktan sonra başlangıcını hemen hızla unuttuğun ve ondan sonra boş bulduğun zamanlarda nedenini aradığın bir şeydir. Kavgalarda öyledir. Bir kere başladıktan sonra nedeni unutulur ve devam etmek için herkes bir neden uydurur. Çok fazla süt liman aşklardan bahsediliyor ya da öyle bir şeymiş gibi bahsediliyor aşktan. Türkçeyi konuşamayan bir Türkiye’de aşkın olacağına çok fazla inanmıyorum. Geçtiğimiz günlerde bir üniversitede konuk hoca olarak 4. sınıf öğrencilere ders verdim. Üç kelimelik bir cümle kuramayan son sınıf öğrencilerine baktım ve şunu düşündüm, bu adamlar politikadan hoşlanmıyorlar çünkü onlara öyle öğretilmiş. Bu ülkeyle ilgili değiller çünkü onların öyle olması istenmiş. Başka insanlarla, haksızlığa uğrayanlarla ilgili değiller çünkü öyle imal edilmişler. Peki, bu adamlar ya da kadınlar birini sevdiklerini ona nasıl söylüyorlar? Söyleyemezler zira cümle kuramıyorlar. Cümle kuramayan insanlar aşık olmazlar. Onların aşık olamayacaklarını düşünüyorum. Aşkları bir yanlışlıkmış gibi geliyor bana ya da dille ilişkim yüzünden böyle düşünüyorum. Çok sessiz de olabilir aşk. Sıfır ses, sessiz
Sinema gibi ama hayatta yine de bir cümle kurmamız gerekir. Hayatla, yaşayarak, bir şey yaparak bir cümle kurmamız lazım. Bana kavramları bir araya getiremeyen insanlar aşk gibi karmaşık bir uygarlığın parçası olamazlar gibi geliyor.
Lübnan’daki öğrenciler ya da gençler siyasetle daha mı ilgili? Öyle bir ayrım doğru olmaz. Ortadoğu meseleleriyle kendi hayati bağları olduğu için daha ilgililer. Filistin’de bir olay oldu mu bizden daha çabuk ve bizden daha başka bir yerlerinden etkileniyorlar. Bunun sebebi hem Arap olmalarından hem de Müslümanlığın da daha farklı biçimde yaşamalarına bağlanabilir. Orada olanlar o coğrafyada bulundukları için, kendi yakın tarihleri ve bugünleri Ortadoğu’nun bugünüyle çok ilgili olduğu için daha hızlı sonuç veriyor. Şöyle bir siyasiliği var Beyrut’un, politikanın dışında bir hayat yok. Esasında var ama çok küçük bir alanda. Her şeyde
Politika var, müzikte, aşkta… Örneğin gidip Dürzi bir kızı severseniz ve sizde diyelim ki Hıristiyansanız, ikinizin birlikte oturup yakın siyasi tarih çalışmanız lazım. Hem de çok karmaşık bir siyasi tarih. Bu anlamda aşkın içinde de çok politika var. Belki de benim tırnak içinde bir aşk romanı yazabilmemin tek olanağı da Beyrut’ta bir aşktan bahsetmekti. Çünkü içinde yeterince politika olan tek aşk benim bildiğim kadarıyla ancak Beyrut’ta yaşanır.
Sinema ile aranız nasıl? Kardeşimle olduğu gibi... Çok sık göremiyorum ama gördüğüm zaman çok mutlu oluyorum. İnan (Temelkuran) sayesinde biraz daha farklı filmler görme olanağım var. Çünkü o hiç kimse duymadan yönetmenleri bilir, çünkü o hiç kimse duymadan müzisyenleri bilir. O da bana getirdiği ve benim de onlara ayıracak ihtimamın olduğu zaman güzel filmler izliyorum. Bu sene Beyrut’ta olduğum ve kitapla uğraştığım için fazla
Film izleyemedim. Inan’ın filmi dışında film göremedim.
Sinemaya değinmek istedim çünkü kitabın bir bölümünde Casablanca’ya atfı var… Ben herkesin bir Casablanca peşinde olduğunu düşünüyorum. Kendini feda edebilecek kederli bir hikâye. Çünkü yaşarken kederli olan şeyler sonra anlatılınca güzel hikâyelere dönüşüyor. Hayatın
en büyük haksızlıklarından biri de budur, güzel hikâyelerinizin olması için kederli hikayeler yaşamanız gerekir. Casablanca’da o bakımdan var. Şimdi vuslatın ve hazın fazla önemsendiği bir çağdayız. Oysa güzel hikâyeler hazdan çıkmaz maalesef. Acıdan ve kederden çıkar.
Son dönemdeki özellikle TEKEL işçilerinin eylemleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Siyasi alternatifsizliğin yarattığı sarkastik bir ataletsizlik olduğunu düşünüyorum. Bu atalet de siyasi partilerle yakın zamanda aşılacak gibi durmuyor. Ben bu ara sendikaları aşan bir işçi hareketinin yolunu gözler durumdayım. Öyle bir hareketin olacağını gözlemlerime dayanarak tahmin ediyorum. Sendikalar o kadar iğdiş edildi ve bu siyasi kutuplaşmada öyle bir felç durumuna sokuldular ki, işçiler sendikalardan daha dinamik, daha çabuk örgütlenir ve tepki verir duruma geldiler sanki. Elbette onların bu örgütlenmesinde ve tepki vermesinde sendikaların rolü büyük ama önümüzdeki dönemde işçiler sendikaları aşacak düşüncesindeyim. Çok önemli bir şey oldu geçenlerde ve hükümet ilk kez geri adım attı. Bu zamana kadar bu hükümete hiçbir güç geri adım attıramadı, ne siyasi, ne sivil ne de
Askeri güç. İlk kez, hem de hiçbir şeyi olmayan adamlar hükümete geri adım attırdılar. Kimse bunun altına çok fazla çizmedi. İlk kez hükümet geri adım attı ve durumlarını da iyileştirme sözü verdi. Daha da geri adım atacak. Ileride bugünleri, “o gün başlamıştı” diye anabiliriz. Tıpkı 2006’da taş atan çocuklar meselesi kimdir denirken, Kürt meselesi bugünden itibaren değişmiştir ve başka bir yöne gidecek dediğim gibi. Şimdi yeniden söylüyorum bugünleri hatırlayacağız. Bundan 5 yıl sonra 10 yıl sonra işçilerin hükümete bu kararı çıkarttırdıkları günü hatırlayacağız.
Taş atan çocuklar ne olacak? Nerelere gelecekler? Onların çocukları da taş atacak mı? Kürt siyasetinde, Kürt siyasi liderlerinin bile yönlendiremediği bir düş oluşuyor o çocuklar yüzünden. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi onu bilemiyorum. Evet, dışarıdan Arafat’ın yüzbaşıları gibi gözüken çocuklar var. Ama onlar kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar doğru örgütlenmediği ve iyilikle örgütlenmediği zaman çok yıkıcı bir güç olurlar. Ve yıkıcılıkla bir yere nasıl varılır bilemiyorum. Varamadık bugüne kadar. Iki gün, 48 saat içinde iki insan tanıdım. Birincisi Ankara’daydı, diğeri Adana’daydı. Bir adam dedi ki, “Ben militarist değilim, hâşâ. Ama ordumla gurur duyuyorum.” Adana’da dedi ki, “Ben şiddete karşıyım. Ama PKK olmasaydı…” Bu neredeyse o kadar karikatürize bir ikilik ki bunun içinden çıkmak, çözüm sağlamak için bile daha ilkel bir düzeyde düşünmeniz gerekiyor. Bu çok zor bir şey. Dedim ya, “Bir iç savaştır aşk, bir neden arar kendine” bir kere bu ikilik başladıktan sonra bir neden bulur kendine.
Türkiye’de bir ırkçılaşma görünüyor yavaştan. Bunun için ne düşünüyorsunuz? Hayır, esasında ırkçılık vardı. Şimdi telaffuz ediliyor.
Adana Kitap Fuarı’nda bir kadın “Muz Sesleri”ni imzalatırken, “Arapları hiç sevmiyorum” dedi. “Bu kitap Araplarla ilgili” dedim ben de. Şimdi bu lafın ırkçılık olduğunun farkında değil ve yüksek sesle söylerken de utanılması gereken bir şey olduğunun da farkında değil. Türkiye’deki en büyük sorun ırkçı olmak değil, ırkçı olduğunun farkında olamamak. Son günlerde o kadar garip şeyler duyuyorum ki, “Benim Kürt arkadaşım var ama benim meselem öbür Kürtlerle.” Sevgili dostum Sırrı Süreyya Önder’in çok sevdiğim bir lafı var, “Bu ülkede Kürtler her şey olabilir Başbakan, Cumhurbaşkanı da ama Kürt olamazlar.”
Hrant Dink’i özlüyorsunuz değil mi? Neyini özlüyorum biliyor musunuz? O yaşarken herkes birçok insan onu fazla heyecanlı, fazla naif buluyordu. Ve bu yüzden de göründüğünden daha yalnız bir adamdı. Onla beraber yalnız olmayı özlüyorum. Çok özlüyorum hem de.
Hep bir yerlere gidip yazıyorsunuz. “Ağrı’nın Derinliği” Ermenistan’da kaleme alındı, “Biz Burada
Devrim Yapıyoruz Sinyorita” Güney Amerika’da, “İçerden ve Dışarıdan” kitabınızı İsviçre’de topladınız. Bu kitap Beyrut’tan doğdu. Kitaplar farklı ülkelerden doğuyor, neden? Size olmuş muydu bilmiyorum. Küçükken evin içinde olma zorunluluğu benim kalbimi çok daraltırdı. Çok küçüklükten bahsediyorum. Bir yere gitmek değil, sadece kapının dışında durma hakkını isterdim. Sanıyorum o geçmiyor. Bu öyle bir şey, kapının dışında durma hakkı. Bu ülkenin kapılarının dışında durma hakkı. Bir yere gitmek de geri dönmemek için değil ama sadece bir coğrafyaya ya da bir ülkeye mahkûm olmamak.
Sizin edebiyata aşık olmanızı sağlayan yazarlar kimler? Kazancakis, Dostoyevski, Sait Faik. Her şeyden çok Sait Faik. O okuma macerasını geri vermesi için hayata ve zamana yalvarırım. Sait Faik’i okuduğumda 16 yaşımdaydım. Okuldan eve önce yürümeye, sonra dayanamayıp koşmaya başladığımı hatırlıyorum. En sonunda deliler gibi koşup Sait Faik’i okuduğumu. Beni eve öyle deliler gibi koşturacak bir okuma macerası… Sait Faik beni en çok etkileyen adamdır. O edebiyatın şahikalarından biridir benim için.
Kadın yazarlar yok mu? Latife Tekin, Ursula K. Le Guin ablamız. Onu da çok gençken okuyup etkilenmiştim. Ingeborg Bachmann. Walter Benjamin çoğu kişinin aklını ama benim kalbimi çok etkilemiştir. Kimileri ona edebiyatçı demese de bir edebiyatçı olarak görürüm onu. Kullandığı metaforlar beni çok etkiler. Yaşar Kemal büyüklüğüyle, destanı kapsayan büyüklüğüyle beni çok etkiler. Edebiyatı bana bu kişiler sevdirdi ve şu an unuttuklarım da vardır aralarında.
Temelkuran: Cümle kuramayan aşık olamaz